Özgür kalabildiğin ve özgür kılabildiğin halde,
Yanından gidemediğindir… AŞK
KISKANÇ – HUD
I. KİTAP
Hiçbir şey Umurumda Değil
Bülent VAROL
Hiçbir şey Umurumda Değil
Bu cümleyi maalesef ki yazmış bulundum. Tek başına, yazmış olmak dahi, samimiyetinin sorgulanmasına sebep.
Talepsizliğin ifadesi sonsuz karanlığın huzur veren kusursuzluğunu bozmaktır yaptığım. Sanki ruhunun derinliklerine gizlediği yalnızlık korkusu açığa çıkacak kaygısıyla, kendini ifade etmeye muhtaç bir aciz misali, yazmış olmaktan hicap duyuyorum. Gereği yoktu, hiç yazmamalı, ortaya çıkmamalıydım. 47 yıllık ömrü boyunca saf huzura ulaşmaktan başka bir talebi olmayan ruhumu dinlendirmeyi bir türlü beceremedim.
Birbirinden bağımsız yaşanan gerçek hikâyelerin bütünleştiği bu romanı; göremeyen sağırlara, kalplerini acımasızca sıkıyormuşçasına hissettirebilmek üzere hapsetmeye çalıştığım bütün haris duyguları alabildiğine özgür kılarak yazdım. Tanrılara tanrı olan yüksek kibirle ağır öfkeyi karıştırıp zihnimde yoğurdum yıllarca. Yine de; her ne kadar kibirli öfke diliyle yazılmış olsa dahi,bu romanın tek tanrısı VİCDANDIR.
Zahmet edip okuyacaksanız eğer; bundan sonrasını lütfen kibirden saymadan mütevazılığın ustaca gizlenen sahteliğine yönelik tahammülsüzlüğüme verin. Sımsıkı tutunduğunuz değerlerinize yasladığınız sahte hayatınızı yok edersem eğer bağışlamanızla ilgilenmiyorum.
Düşmanca değil samimiyetle, egosu aşağılanmaya muhtaç biyo-yapay zekâlı tanrı oyuncağı insanın, ne acımasız yargılama ve aşağılaması ne de sonsuz övgüsü…
Hiçbir şey Umurumda Değil
Travma mağduru çocukların tek hayaline adanmıştır.
16 Nisan 2018 Pazartesi akşamı, Yalnızlar Meclisi…
- Bahtiyar işlettiği kahvehanenin bodrumunda bulunan ‘Yalnızlar Meclisi’ adını verdikleri mekâna geleli fazla olmamıştır. Her zamanki gibi ilk iş, özenle seçtiği küçük mangal kömürlerini yakarak köz haline getirir. Akşam vakti gelecek olan misafirlerini beklerken mekânın tam ortasında duran, marpucu ve lülesi bulunmayan, şişe, ser ve kül tablasından ibaret nargileye kendisini temsilen bir köz koyar. Biraz sonra kapı açılır, gelen Mehmet’tir. Bir taraftan konuşurken diğer taraftan küllüğe Mehmet’i temsilen bir köz daha ekler.
Hoş geldin Mehmet, duydum ki Fikret abi ile birlikte kaza yapmışsınız geçmiş olsun. Bir şey yoktur umarım.
- Mehmet gülümseyerek cevap verir
Sağ ol dostum iyiyiz, babaanne de iyi, hatta bomba gibi. Bahtiyar: Nasıl oldu kaza? Babaanne de kim?
Mehmet: Bu sabah küçük bir iş için yola çıktık. Kırklareli’nin Saray ilçesi yolunda seyir halindeyken Binkılıç Köyü girişinde çokta yaşlı olmayan bir babaanne ile on yaşlarındaki torununa yol vermek için durdum. Karşıya geçmelerini beklerken birde baktım babaannemiz yaşına göre o kadar yavaş yürüyor ki, Fikret abiye dönüp ‘bak abi, bu kadıncağızın böyle ağır yürümesine gerek yok, o kadar yaşlı değil. Muhtemelen eşini kaybetmiş, yaşını fazla görüp yeni bir ilişki yaşamaya cesaret edemiyor. Çevre baskısı, el âlem ne der kaygısı, çocuklarının onay vermeyeceği düşünceleri arasında ağır yalnızlık çekiyor. Yalnızlığının ağırlığını hafifletmek için böyle hasta numarası yapıyor ki bu bahaneyle ilgi görsün istiyor. Şimdi bunun yalnızlığını alacak bir dedemizle ilişkisi olsa. Babaannemizi alıp ormanda gezintiye götürse, kuytu bir yere vardıklarında birden yüzünü dönerek
1
kolundan tutup aniden kendine çekse, kısık dudaklarının arasından şuh bir sesle konuşarak, ‘gel buraya, seni burada öpmeden bırakmam’ dese, kelebekler misali dans eden bir balerin gibi yürümez mi karşıya?’
Fikret abimde kahkaha atarak ‘Ulan Mehmet ne adamsın, hemen yazdın yine senaryoyu’ dediği anda acı bir frenle karışık güm diye güçlü bir ses. Arkadan bize çarpmasınlar mı? Ayağım frende diye olsa gerek, bizim arabanın önü olduğu yerde yükselerek yandaki bankete düştü. O esnada biz resmen arabanın içinde havalandık. Herif telefona dalmış, bizi son anda fark etmiş ama frene basmakta çok geç kalmış.
Bahtiyar: Yapma ya, büyük geçmiş olsun.
Mehmet: Bizde önemli bir şey yok ama adamın arabası darmadağın oldu. Fikret abi ile beraber aşağı inip adama doğru yürürken birden kafasını tutup ah vah etmeye başladı. Bir şeyi yok aslında, kabahatini bildiği için öfkelenirsek diye sakinleştirmenin peşine düştü gariban. Yazıldı, çizildi tutanaklar. Adamı evine bırakıp geldik. Fikret abi arabayı arkadaşının servisine bırakmaya gitti. Erdinç de onu alıp gelecek. Birazdan burada olurlar.
Bahtiyar: Eee babaanne ne oldu peki?
Mehmet: Babaanne çarpışmanın şiddetiyle korkudan karşı kaldırıma doğru öyle bir fırladı ki torununun ağzı açık kaldı. Maşallah babaannemizin içinden yüz metre koşucusu çıktı.
Bahtiyar: Ah canım benim, yazık kadına… Hayat denen bu esrarengiz muamma babaannemizin hikâyesinde olduğu gibi değil mi be Memed? Nereye baksa insan, sadece yalnızlık görüyor.
Yaradan kendi yalnızlığını ilk şeytana giydirmiş, yetmemiş alayımıza köklemiş sanki.
2
Mehmet: Girdin yine yalnızlık hikâyelerine.
Bahtiyar: Çıktığım yok ki, bu yalnızlık hikâyelerini en iyi sen anlatırsın, uzun zamandır anlatmıyorsun. Özledim doğrusu, masal gibi dinletiyorsun şerefsizim. Bu gecede anlatır mısın bir yalnız hikâyesi?
Mehmet: Bu gece erken gideceğim. Kızlarıma masal anlatacağıma söz verdim. Bu akşam Bülent’in yazdığı bir masalı anlatacağım. Adamın işi gücü deniz, nehir, tekne, ada geçen masallar anlatmak. Bugün aradı beni, kazadan hemen sonraydı, konuşamadım fazla. ‘Bir iş var sana göre. Bir kafeye havalandırma yapılacak’ dedi ama ben kazadan bahsedince ‘geçmiş olsun, yapacağım bir şey var mı?’ diye sordu ben de ‘yok sağ ol’ dedim. ‘Tamam, ben sana mesaj atarım müşteri bilgilerini’ diyerek kapattı. Yarın o müşteriye gideceğim. Ama unuttursam hatırlat, sana yalnızlar yalnızı Olympe De Gouges’un hikâyesini anlatayım. Kendisini tanrı zanneden tiranlara boyun eğmeyen, tanrıya kafa tutan şeytan misali tüm öz benlik bilinciyle sonsuz yalnızlığı göze alarak dik duran yüksek onura sahip ruhu güzel kadın. Giyotine götürülürken bile ‘aman’ demeyen, bağışlanma talep etmeyen, yalvarmayan heykelleri dikilesi abide kadın.
Bahtiyar: Bak ulan şimdi, yine damarlı ağır laflar edip meraklandırdın beni ama bu sefer internetten bakmayacağım ‘kim bu kadın?’ diye. Anlatmanı sabırla bekleyeceğim çünkü senin anlatman ile arasında dağlar kadar fark var. Hypatia’nın hikâyesini anlattığında aldığım tadı hâlâ unutmadım.
- Bu sırada kapı açılır, gelen Fikret’tir. Bahtiyar nargile küllüğüne bir köz daha ekler.
Hoş geldin Fikret abi, kazayı anlattı Mehmet. Geçmiş olsun, var mı bir arıza?
3
Fikret: Sağ ol Bahtiyar. Şimdilik arıza yok ama gelecekte boyun fıtığı çıkabilir çünkü çok şiddetli çarptı pezevenk. Haliyle beklemiyorsun, hazırlıksızsın öyle bir sarsıntıya. E yaş olmuş 50, artık genç değiliz eskisi gibi.
Bahtiyar: Abi ben 45 oldum, Mehmet desen 43. Bak aynaya, bizden farklı mı görünüyorsun? Aksine maşallahın var.
Fikret: O öyle değil ama hadi öyle diyelim. Var mı çayın?
Bahtiyar: Olmaz mı, var tabi, sen geç otur hele Erdinç de gelsin hemen iki dakikada hazırlarız çilingir soframızı.
Mehmet: Erdinç nerede kaldı?
Fikret: Gelir şimdi, tekelden bir iki nevale alacaktı, bak geldi işte. - Erdinç gelince Bahtiyar nargile küllüğüne bir köz daha ekler
Erdinç: Selamın aleyküm ağalar. Ooo Mehmet abime bak, sen naber ya? Geçmiş olsun, ucuz atlatmışsınız kazayı.
Mehmet: He ya sorma, Allah’tan bize çarptı da şükür yayaları ezmedi. Ya bir de onları ezeydi. Şimdi nezarette, yolda bile elinden bırakmadığı telefonundan yoksun, kara kara düşünüyor olurdu. Demek ki neymiş Erdinç? Sözüm sana, bu akıllı telefonu icat eden, övgülerine mazhar olan, ‘dünyayı değiştirdi’ denilen, hakkında kitaplar yazılan Steve abi aslında sadece daha çok yalnızlığı kilitlemiş hepimize. İnsanlar telefona bakmaktan etraflarında ki güzellikleri, hayatın coşkusunu kaçırıyorlar ama farkında değiller. Sen de dikkat et, arabayı kullanırken bakma telefona.
Erdinç: Abi yapma gözünün yağına iki yumurta kırayım. Ne güzel teknoloji işte, yol nerede kapalı nerede açık onu bile söylüyor.
4
Bahtiyar: Tabi ya, nerede hatun var onu da söylüyor dimi. Aç ulan telefonu, göster bakalım. Bütün uygulamaların alayı hatun bulmak içindir.
Erdinç: Kavun tatlı, ben nabayım?
Fikret: Erdinç yorulmadın mı evladım bu işlerden? Yaşın geldi geçiyor. Annen peşinde pervane, Allah gecinden versin, kadıncağızın başına bir şey gelse sersefil olacaksın.
Erdinç: He abi ya, anam olmasa köpekler yemez etimi. Hakkını ödeyemem çok emek veriyor.
Fikret: Ama öbür taraftan sürekli bize dert yanıyor ‘Ne olacak evladımın hali? Evlenemedi gitti. Şuna helal süt emmişinden bi kız bulun be yavrum’ deyip duruyor.
Erdinç: İyi de abi, bir sürü kız getirdim hiçbirini beğenmiyor. Onun konu komşu yardımıyla bulduklarını da ben beğenmiyorum. Görüyorum getirdiğini, kafayı bile kaldırmayan bir kız. Ağzı var dili yok, ne yapayım abi ben bu kızı. Kadın dediğin kahkaha atacak, neşeli olacak, karşıma geçip iki laf ederken iki tek atacak. Yeri gelecek tadında bana ayar çekecek, gerekirse posta koyacak. Ama anam beğenmiyor, istiyor ki kolay idare edebileceği bir kız olsun, lafını ikiletmesin. Sessiz sedasız huzur veren bi tip olsun. Eş mi alıyorum, mutfak robotumu belli değil.
Hem uygun birini bulsak ne olur? Kim ne yapsın beni be abi? Yaş olmuş Otuz Beş. Elde avuçta yok, bu zamanda parasız evlenmek kolay mı? ‘Kız işi tamam hadi evleniyoruz’ desem, kız diyecek ‘yeni mobilya isterim, yeni kıl, yeni tüy.’ Taksici adamız, ay sonu toplu maaş almıyoruz ki ne aldığımızı bilip bi kısmını kenara koyalım. Bugün kazandık bugün yiyoruz, yarına Allah Kerim. Durakta beklerken altılı bakıyoruz bi numara olmuyor. Kalın bi piyango vursun ki her bir şeyi tas tamam yapalım. Yoksa yok abi. Evlenmek her geçen gün daha da zorlaşıyor. Kendimi
5
kandırmama hiç gerek yok, gittiği yere kadar. Günü gelir kendi ipimi kendim çekerim olur biter.
Mehmet: Biraz fazla abartmıyor musun? Bunların hepsi bahane ve bahanelerin alıştığın düzeni değiştirmene engel oluyor sanki. Hayat senin, kimse sana nasıl yaşaman gerektiğini söyleyemez. Burada sadece konuşuyoruz. Birbirimizin yaşamında, hangi yaklaşım kime göre daha iyi sonuç verir paylaşıyoruz. Aslında muhabbetin bu kısmı sadece senin üzerinden yürüyor. Yaşam tarzın yorgun ve huzursuz hissetmene sebep oluyormuş gibi geliyor bize ya da en azından bana.
Artık anlamalısın ki her kadına tanrı olamazsın. Kendini boşa yoruyor, her farklı kadında sanki hamallık yapıyor gibisin.
Erdinç: Tanrı olamazsın ne demek abi? Benim öyle bir derdim yok ki.
Mehmet: Tanrı egosu her insanda az veya çok mutlaka vardır. Bu duygu, bilinç üstü değil bilinçaltında gizlenir.
Erdinç: Babacım benim okumuşluğum yok senin kadar. Akşam vakti kafamı karıştırma istersen.
Mehmet: Hiç merak etme, anlayacağın dilde anlatırım. Varsay ki güzel bir kadın ile berabersin. Kadın sadece sana odaklanmış, sende yani. Eve gidiyorsunuz, sabırsızlıkla beklediğin an geldi ve soyunup sevişmeye başladınız. Bir erkek olarak içinden geçen duyguları düşün. İçinden dersin ki; ‘bu kadın bende, bu tanrıçanın taptığı tanrı benim ve ben ne istersem onu yapacak, gerekirse kölemmiş gibi muamele ederim, canım nasıl istiyorsa öyle.’ Bu düşünceler nereye kadar devam eder? Ta ki erkek, yani sen zirveye varıp kasların çökene kadar. O sırada kadın ne yapıyordur? Aklından ne geçirir? Gerçekten köle midir? Tabi ki değil, aynı Tanrı Egosu kadın içinde geçerlidir, o sırada erkeğine tanrıymış gibi davranan kadın, sakinleştiren dokunuşlarla seni
6
okşarken, gözlerini gözlerine dikerek bakar ve içinden şöyle geçirir. ‘Erkek denen bu hayvan bende, istediğini vererek istediğimi yaptırdım, kendini tanrı zanneden bu hayvanın tanrısı benim.’
Bu durum sadece tek bir amaca hizmet eder Erdinç, başka hiçbir amacı yok.
Erdinç: Neymiş o amaç?
Mehmet: Üremek, sadece üremek, bütün canlılar olabildiğince fazla ilişkiye girerler, doğa herkesi bu amaç peşinde delice koşturur. Öyle ki, bazen mantık bağını koparır insanın. Koşan hiç kimse ne yaptığını, niye yaptığını sorgulamaz çünkü aşırı zevklidir, aldığı zevkin şiddeti, sorgulamasına mani olacak kadar yüksektir. Yani Erdinç, yaptığın iş bu amaca hizmet etmiyorsa yorgunluk boşa.
- Bahtiyar alaycı bir kahkaha atarak konuşur.
Ez beni Erdinç.
Erdinç: Eğlen bakalım, benim de sıram gelir elbet.
Mehmet: Bozulacak bir şey yok canım benim, makara yapıyoruz sadece. Peki, bu üreme ne içindir? Hiç düşündün mü?
Bahtiyar: Sen de amma yaptın be Mehmet, buraya kadarını düşünemeyen buna nasıl varsın?
Erdinç: Bahtiyar aga, senin ben var ya… Fikret abiye dua et. Saracak adam buldunuz eğlenin bakalım, söyle abi niyeymiş bu üreme?
Mehmet: Üreme dediğin, bilinçaltımıza kalın ve derin harflerle kazınmış olan yalnızlık korkusundan kaçarcasına kurtulabilmek içindir Erdinç. Başka bi numarası yok.
7
Erdinç: Aga yine döndürüp dolaştırıp getirdin, yalnızlığa bağladın işi.
Mehmet: Dostum, hayata dair her şey yalnızlıkla ilgilidir. Bilinçsiz bakteriler bile uygun koşullar oluştuğu anda bölünerek çoğalmanın peşine düşer. Canlıların tüm davranışlarında açıkça görünür, bakmasını bilene. Tanrı egosu değil insanda, böceklerde bile görünür. Mesela dünyanın en güçlü böceği olarak bilinen boynuzlu bok böceğini bilir misin?
Bahtiyar: Bilmez mi? Aynaya her baktığında görüyor.
- Kahkahalarıyla mekânı inleten Fikret, yetmeyen ciğerleri yüzünden öksürürken, Erdinç Bahtiyar’a hafif tehditkâr, tebessümle bakarken başını aşağı yukarı sallayarak konuşur.
Formundasın bugün.
Fikret: Ulan Bahtiyar, söktün ciğerleri.
Erdinç: Eee Memed abi sonra, boynuzlu diyordun, bok böceği falan...
Mehmet: Sen bakma abicim Bahtiyar’a, alıngan olma bu kadar. Erdinç: Alındığım yok be abi, sen devam et.
Mehmet: Dişisi için kavga eden bu iki erkek böceğin içinden geçeni dillendirebilsen duyacağın tek cümle; ‘tanrı benim, seni yenerim’ olurdu herhalde. Rekabet varsa işin içinde, tek sebebi bu tanrı egosudur. En basitinden bir tavla oyununda bile açığa çıkar, yenilenin nasıl bozulduğunu yenenin nasıl coştuğunu hatırla, golü atan futbolcunun sevincini düşün. Bu ego, üreme içgüdüsü için doğanın veya tanrının hepimizi bağladığı ağır zinciridir. Bu zincirden bir kurtulabilse insan, rekabeti, kazanmayı, savaşları reddederek gerçek anlamda özgürlüğüne kavuşur. İşte o zaman başlar insanın birlikte yürüyüşü.
8
Erdinç: Ben yapmasam karşımdaki yapacak rekabeti, kimseye güven olmaz, hele bu devirde.
Mehmet: ‘Olmaz’ diyorsun yani. Peki, anlattıklarımı boş ver, varsay ki devirdim masayı. Başka bir açıdan bakalım olaya, az önce anlattığım cinselliğin içindeki zevk ve şehvet var ya, çıkar at onları, ne kaldı geriye? Sadece saçma sapan, anlamsız mekanik bir hareket. Zevk ve şehvet yoksa gidip gelmek çok anlamsız değil mi? Şimdi düşün; duyguları olmadan bu hareketi yapan bir insan görsen, ‘abi hayırdır? Kadının üzerinde niye gidip geliyorsun?’ diye sormaz mısın? Sana vereceği cevap herhalde; ‘Ne bileyim Erdinç, vardır elbet bir sebebi, olacak bir şeyler ama dur bakalım’ olurdu.
Erdinç: Aga nasıl bi bakış açısıdır bu? Babacım, senin kafa ile düşünsem bi zevkim var o da biter gider. Hayat bu olmadan çekilmez ki.
Mehmet: Daha dur bitmedi, devamı var. Buradan çıkaracağın sonuç şu olsun. İster doğa de ister tanrı, bizi yaratan güç her ne ise, bizim gibi basit canlılara istediği her saçmalığı güzelmiş gibi sunabiliyorken biz insanoğlu, var olduğunu zannettiğimiz yetersiz aklımızla bunları sorgulamaktan aciz değil miyiz? Hayatlarımız bu kadar basit ve tüm bu basit hayatımızı bilinçaltımız şekillendiriyor, yönetiyor üstelik bilinç üstüne hiç sormadan.
Başka bir yol daha var ki bana göre en güzeli. Varsayalım bu kadar çok kadının peşinde koşmayı bırakıp tek bir kadına sevdalandın, aranızda güçlü bir duygusal bağ var ve her paylaşımı sadece onunla yapıyorsun, başka hiçbir kadının peşine düşmeye gerek duymuyorsun. Emin ol daha büyük bir huzur ve mutluluğun olurdu. Eğer ki ‘Yok olmaz, bana tek kadın yetmez’ diyorsan, daha fazla güç harcar daha fazla yorgunluk hissedersin. İşin bittiğinde ortaya çıkan ruh halini düşün. Duygu beslemediğin ve sadece güzel diye beraber olduğun bir kadınla işin bitince ne
9
hissediyorsun? Aklından ne geçiyor? ‘Ya tamam yaptık oldu ama sanki hiç gerek yoktu, şimdi bu kadını duygusal olarak yıkmadan, dağıtmadan nasıl yollayacağım?’ diyerek bir an önce sepetlemeye bakmıyor musun? Nede olsa doydun ve işin bitti, öyle mi?
Erdinç: He aga, öyledir.
Mehmet: Değildir.
Erdinç: Nasıl ya?
Mehmet: Hani o her şeyin bittiği an vardı ya, egonun tavana çıktığı an. Hani bittiğinde o duygunun sonsuz olmadığını fark ettiğin an. Kaslarının artık taşıyamadığı bedenini saldığın an. Cinsel istek dışında duygu beslemediğin kadının sana bakarken senin tanrı olmadığını gizlemeyi bile beceremeyen aciz gözlerini gördüğü an. Tanrı olmadığın gerçeğinin yüzüne vurulduğu o kısacık an.
O andan ve yarattığı duygudan nefret edersin. Bir an önce kurtulmak istersin o zaman diliminden. Kadını sırf bu yüzden hemen göndermeye uğraşırsın.
Kadını gönderdin ya, ilk iş o yüzleşmeye cesaret edemediğin duygudan kaçmaya başlarsın. Önce bir duşa girer rahatlamaya çalışırsın. Banyodan çıkınca oturduğun yatağa uzanır, ellerini sıcak göğsüne koyar ve sevişme anını düşünürsün. Sevişme sırasındaki nefes alış-verişler, kadının orgazm halleri… Beynin seni avutup kandırmak için coşku dolu anları tek tek sıralar, muhteşem bir filmmiş gibi. En son ‘Ne ezdim ulan’ der, finali yaparsın. Sonra koş kahvehaneye. Söyle çayını keyifle, seni o kadınla eve girerken gören bir iki ziyanlık gelsin yanına hemen, ‘aga yine götürdün taş gibi manitayı’ desin. Ağasın ya sende, bir an önce söyle ki bedava çaya gak desinler.
Şimdi anlat bana, geliyor mu aklına o kadının kapıdan çıkarken mutsuz ve yıkılmış hali? Dön oraya şimdi. Kadının kapıdan dışarı
10
çıkmadan hemen önceki halini iyi hatırla. Hani göndermek için uydurduğun yetersiz bahaneni yemediği halde yemiş gibi yaptığı zamana gel. Neler oluyor iyi dinle.
Ne kadar fark ettirmemeye çalışsan da kadın hisseder ve hissettiği anda içine kapanır. Başını eğer, yüzü düşse de bu sefer fark ettirmemeye çalışan kendisi olur. Erkek denen bu zavallıdan beklentisi boşa çıkmış, ruhu ezilmiştir. Kendisini kullanılmış hissedecektir. Aramanı, kendisini avutmanı dileyecek ve bekleyecektir. Hani beynini esir alan egon sana yalanlar söylemişti ya, benzerlerini de kadına söyleyecek kadar iyidir bu konuda. İçten içe inanmasa da inanmak ister çünkü beynini esir alan egosu ona da benzer yalanları sıralamaktadır. Bu olay defalarca kendini tekrar eder. Erkek her zaman aynı egonun esaretinde canı her istediğinde kadını arar, öncesinde yaşananları göz ardı edercesine konuşur, he bakıyor ki kadın olanları unutmamış o zaman yalanları, bahaneleri üst üste sıralamaya başlar. Yenilir yutulur cinsten olmasa bile kadın, ruhu okşanınca umursamaz geçmişin bıraktığı yara izlerini, tekrar gider adamın yanına. Neden gider biliyor musun Erdinç?
Erdinç: Neden?
Mehmet: Çünkü kadın tam olarak teslim alana kadar razı görünür, erkeği zannettiği bu zavallı adama.
Bir noktada su kabına sığmaz taşar ‘yeter bu kadar’ der. ‘Bu herif tam bir geri zekâlı, beni düşündüğü falan yok, tek düşündüğü nereye sokacağını bilemediği aleti.’
Artık o kadın gerçeği anlamıştır. Eşiğine çoktan ulaşmış, aşmıştır. Adam artık istediği kadar yırtınıp dil döksün ikna edemez ama kendisini zavallılaştıran egosunun esaretinden kurtulamadığı için sürekli içinden sormaya devam edecektir ‘beni tekrar arzulamasını sağlayabilir miyim?’ diye ve arada bir telefonla da olsa ulaşmaya çalışıp yoklamaktan geri duramaz.
11
İçindeki tanrı egosu o kadar çok basar ki bu zavallıya, her aramada kendisini aptal durumuna düşürdüğünü fark edemez.
İnsanın içindeki tanrı egosu, en kalın damardan bastığı en yoğun uyuşturucudur.
Yüzleşmek istemez çünkü cesareti yoktur, arkasından gelecek yalnızlığı içten içe bilir. Hatta çoğu insan için yalnız kalmak bile yetmez yüzleşmeye. Aşılması gereken ve herkeste farklı bir seviyede bulunan eşiği vardır. Yalnızlığının süresi egosunu yenmesine yetecek kadar uzun olmalı, aksi halde ego esareti devam edecektir.
Erdinç: Aga, valla bak sevmiyorum seni. Akşam akşam ağzıma sıçtın. Bir zevkim vardı onu da dağıttın. Bunları bu şekilde anlatmak zorunda mıydın? Şimdi ben hangi kızı arayıp nasıl çağırayım?
Fikret: (Gülerek) Züğürt esnaf eski defterleri karıştırırmış. Bahtiyar: İki tane elin var biriyle idare ediver nedir yani? Erdinç: Ben sen miyim? Bahtiyar baba.
Bahtiyar: Hastir lan puşt, basacam toynağı şimdi sana.
Fikret: Tamam bırakın tatavayı da dağıtmayın mevzuyu. Sen devam et Memed.
Mehmet: Yani kısacası işin özü, her ne kadar düşünebiliyor olsak da doğanın bize biçtiği rolün dışına bir türlü çıkamıyoruz. Beraber olacağımız insanla ilgili seçimlerimizi bile yüz hatlarına, vücut şekline bakarak belirliyoruz. Başlangıçta ruhunu pek umursamıyoruz. Oysa hepimiz biliyoruz ki; insan kendi şeklini seçemez, yaratamaz ama ruhunu kendi şekillendirir ve olgunlaştırır. Biz insanoğlu maalesef ki bir türlü yüzleşip de kontrol edemediğimiz egolarımızın esaretinde, şekli düzgün
12
görünen ancak muhtemelen ruhu henüz olgunlaşmamış insana yürüyoruz.
Beraber olacağımız kişiyi seçerken, kendi göz zevkimizi düşünmenin ötesinde, arkadaşlarımızın şekle dayalı övgüsünü de talep ediyoruz. Defalarca duymuşsunuzdur etrafınızda, ‘ay çocuk çok yakışıklı, nerden bulmuş kız bu çocuğu?’
Erdinç: Ya da benim için dedikleri gibi ‘şanslı piç, manitayı görsen bir içim su’
Bahtiyar: Şerefsizsin lan sen. (Gülüşürler)
Mehmet: Aynen dediğin gibi Erdinç, bir insanın bu övgüleri görme ve duyma talebi hep aynı egonun dayatması. Bilinçaltı insanın kulağına ‘en güzeli bende, bu konuda alayınıza tanrı olan benim’ diye fısıldarken, şekli tam simetrik olmayan, kilolu olan ya da yüzünde geçmişinden kalma hasarı olan kişiyi istemez. Övgüye layık olmayacağını varsayar. Bu öyle hastalıklı bir egodur ki, pazarda patlıcan kabak alırken dahi esaretinden kurtulamaz insan, şekli bozuk olanları kenara iterek düzgünlerini seçer. Şimdi bak etrafına, patlıcan ve kabağa yapılan muameleyi birbirimize sürekli yapıyoruz. Etrafımızda yaşam alanımızın dışına ittiğimiz, sahiplenmediğimiz o kadar çok yalnız var ki.
Oysa güçlü bir ruh, kendisini tek bir sefer, sadece bir defa, sahibine gösterebilse yeterlidir. İşte o zaman, söker atar şeklinin istenmemişliğini.
O güçlü ruhun kudretini, sadece gerçek sahibi fark eder. Bir daha asla peşini bırakamaz. Nereye gitse peşinden gidecektir. Yanına varmasına o an için imkân yok mu? Fark etmez, en azından yakınında olmalı, çok yakın olduğunu bilmeli hissetmeli. Öyle ki, canhıraş yırtınır, görmek ve görünebilmek için. Etrafında gördüğü canlı cansız her şeyi, ruhunun sahibine benzetmeye başlar. Bütün duyuları sahibine ulaşmaya odaklanmıştır artık. Bir
13
sebeple sahibinden uzaklaşmak zorunda mı kaldı? Evrim geçirmiştir beyni. Eskiden egosunun söylediği yalanlar yerini ruhunun sahibine adanmış yalanlara bırakır. Hiç alakasız birini ‘işte o’ diyerek benzetirken kalbi deli gibi çarpar. Ta ki o olmadığını görüp anladığında sakinleşene kadar. Sakinleşmek öyle birden olmaz, yavaş yavaş azalır yüreğinin delirmişliği. ‘Neydi bu?’ Der kendi kendine. Duygularına anlam veremez başlangıçta. ‘Ne oluyor bana?’ diye sorar. Aşk sarmıştır bütün hayatını. Bildiğini zannettiği her şey kökünden değişir. Hani sevişirken ‘Tanrı benim’ diyordu ya, artık demez olur. Tanrı, Âşık olduğu insandır. Gönüllü kölesidir ve tanrısını memnun etmek için tüm benliği ile seferber olup cebelleşir durur. Bütün bencilliği gitmiş ve Âşık olduğu kişiye yönelik Sencil olmuştur.
Bahtiyar: Ulan Memed, ‘ne anlattın yine’ diyeceğim ama bu Erdinç dingili anlamaz ki. Anladın mı lan şerefsiz?
Erdinç: Ya Bahtiyar abi, ne istiyorsun benden? Akşam vakti niye bana sarıyorsun? Hem var mı abi böyle bir insan, böyle bir Aşk?
Fikret: Yok. Babasına rahmet okuyayım, yok maalesef.
Erdinç: Hem olsa bile piyango bana mı vuracak? Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı yalan olmuş biz mi gerçek olacağız? Hadi kaşıyın kendinizi, bakalım dalgamıza. Ne güzel oturmuşuz şurada, her türlü nevalemiz var çok şükür, bi daha mı gelicez dünyaya.
- Dedikten sonra kadehini kaldırır, umursamaz tavrıyla kimden duyduğunu bile hatırlamadığı sözleri söyler.
Aslı için dağları deldi Kerem
Aslı Kerem’e vermedi bi kerem
Ben böyle aşkı…
14
- Dediği anda araya giren Bahtiyar duydukları karşısında iyice sinirlenmiş, ayağa kalkarak konuşur.
Yok, baba buna sabaha kadar anlatsan boş. Ben dışarı çıkıyorum, bir şeyler alırım kafama göre.
Fikret: Gerek yok Bahtiyar her şeyimiz var.
Mehmet: Bırak abi çıksın, bi hava alsın.
- Bahtiyar çıktıktan sonra Erdinç üzerine alınarak soracaktır. Ne dedim abi ben şimdi? Bana mı darlandı bu?
Mehmet: Yok abicim sana darlanmadı. Aklına kız kardeşi gelmiştir yine, sanırım kendisini suçluyor. Senin bu zampara muhabbetlerin aklına Faruk’u getiriyor herhâlde. Kısmen tabiatınızı benzetiyordur, kafana takacağın bir şey yok. Bu muhabbetlere yanında girme yeter. Zaten olacağına inanmıyor gibi görünse de evlenip düzgün bir hayat kurmanı en çok Bahtiyar istiyor. Her türlü puştluğuna rağmen seviyor seni.
Erdinç: Aga biliyorum, bilmesem çoktan kırardım kalbini. Bahtiyar benim canım abim. Sınırsız götlük hakkı vermişim ona. İstediği yerden, istediği kadar basar, hiç takılmam, takmam.
Fikret: İyi hadi, her şey yolundaysa vurun bakalım, şerefe.
Erdinç: Hani o bir türlü oğlu olmayıp doğan her kızına erkek ismi takan Rıfkı’nın kızı Şerefe mi abi?
Fikret: (Gülerek) Hay ben senin, nerden buluyorsun oğlum sen bu lafları?
Erdinç: Bayrampaşa çukurunun çocuğuyuz, bu lafların membaa burası be abi. Dünyanın en derin, en deli çukuru.
15
Fikret: Bayrampaşa’ya içelim o zaman. (kadehinden bir yudum aldıktan sonra) Bülent nerelerde? Kaç zamandır görmüyorum kim bilir? Bir ara gelse de muhabbetine mazhar olsak.
Mehmet: Bülent’i görsen tanıyamazsın zaten, çok değişti. İki sene öncesine kadar sigarayı yiyen adam içmeyi bıraktı, bir daha ağzına sürdüğünü görmedim. Eskiden lafını söylemeden önce enine boyuna tartan adam şimdi palas pandıras şak diye söyler oldu. ‘Sen kelimeleri bile seçerdin, ne oldu da böyle herkese abanır oldun?’ diye sordum. ‘İçimdekileri olduğu gibi, ilk anda hissettiğim şekliyle söylemeyi borç sayıyorum, alacağı kalmasın kimsenin. Eğer kelimeleri seçersem aynı duygu ifadesi gidiyor, kayboluyor. Duygularımı yalnızlığa mahkûm etmeyeceğim. Kırılan kırılsın, dökülen dökülsün. En azından, kendisiyle yüzleşemeyenler benden duymuş olurlar kendi gerçeklerini’ dedi ama hiç değilse eskisinden daha iyi daha huzurlu.
Erdinç: Bahtiyar ona gıcık abi, o yüzden Bülent buralara pek gelmez.
Fikret: Bahtiyar ona neden gıcık?
Erdinç: Pek emin değilim ama var bir tahminim.
Fikret: Neymiş?
Erdinç: Sümüklü Nigar’ı hatırlar mısın abi? Büyüdüğünde güzellikte ablasını geçmişti. Zamanında Bahtiyar bu Nigar’a âşıktı, Bülent bunu bilmeden Nigâr ile birkaç kere çıkmış, sonra nedense devam etmediler tabi ama Bahtiyar kızdan soğumuştu bir kere. Buralardan kaçmak istiyordu, Astsubaylık bahane oldu. Gitmese ‘kardeşim Emine ölmeyecekti’ diye kendisini suçlarken, bir parçada ‘Bülent yüzünden oldu’ diyordur.
Fikret: Aradan yıllar geçmiş, bu kadar takmasın kafasına. Ben köye dönmeden, çağır bir akşam görüşelim. Onu da muhabbetini
16
de özledim. Bize Zeus’u ve yedi sülalesini anlatsın Mitoloji manyağı.
Mehmet: Biz de ne anlatıyorsak onun aşısıyla yürüyoruz zaten. O olmasa Faruk’u asla bağışlayamazdım. Hatta ellerimle boğasım vardı köpeği. Ama Bülent işte, anlattı ikna etti. Arada kızım bildiğim, çok sevdiğim Hayal var. Gün gelecek babasını soracak, ‘babanı ellerimle boğdum kızım’ mı diyeceksin? Dedi. Şimdi Faruk denen bu şerefsizi hapishanede ziyarete gidiyorum. Bahtiyarın kız kardeşini öldüren iti, onun bunun köpeğini. Kanıma dokunuyor ama hep Hayal gözümün önüne geliyor. İçimden ‘Allahtan olayı görmedi’ diyorum. Görseydi neler olurdu düşünmek bile istemiyorum. Şimdi küçücük bir kıza ‘Baban Anneni kıskançlık yüzünden öldürdü’ denmez ki. Bu kötülüğü ona yapamam. Bu Bülent de tam şerefsiz, ne dedi bana biliyor musun ikna edebilmek için? ‘Gün gelecek belki tanrı şeytanın cezasını, çektiği yalnızlığa sayıp affedecek. Biz tanrı değiliz Mehmet. Başkası bir insanın ipini çekti diye bizde onun ipini çekemeyiz. Kimse yaşamadan bilemiyor, olan oldu artık. Tahmin edersin ki köpek gibi pişman olmuştur. Pişmanlık suç da değil, tam aksine tedavinin başlangıcı. Şimdi bu olayı yapan Faruk, edindiği tecrübe ile yarın başka Farukların, başka Emine’leri öldürmesine engel olacaktır. Akıllı ol, kin tutmak zavallıların işi. Sen zavallı değilsin. Faruk hapiste her gün ölecek. Belki gün gelecek yalnızlık eşiğini aşıp erdemine varacak. Tanrı boş değil, kötü değil. Bu kaderi haybeden yazmadı, var elbet bir bildiği’.
Bunları konuştuktan sonra uzun geceler söylediklerini düşündüm. Kimim ben? Emine ölünce bu kaderi yazan yaradana isyan etmiş tanrı tanımaz Mehmet. Ben kimim ki affedeyim? Bağışlayacağım bir şey yok, dediği doğru, tanrı değilim. Kaldı ki bir insanın diğerine ‘seni bağışlıyorum’ demesi aşırı kibirli bir hareketmiş gibi gelirdi her zaman. Tanrının işi, eğlencesi de bu, sürekli insanoğlunu ikilemde bırakmak. Can arkadaşımın kardeşini öldüren adama don, fanila götürmekle cezalandırılmış
17
gibi hissediyorum. Diğer taraftan Hayal’i koruyabilmek adına Bahtiyar’ın öfkesini soğutmaya çalışıyorum.
Fikret: Bülent baştan sona doğru söylemiş. Bir sürü olay yaşandı ve geçti. Şimdi sen müdahale etmiş olsan, tutup bu herife bir şey yapsan sen de içerde olacaksın. Böyle yapmak yerine Hayal’i öz kızından ayırmadan büyütüyorsun. Kendi kızına bile ‘Gerçek’ ismini verirken sırf Hayal’i mutlu etmeyi düşündün. Hayal sana sorduğunda hastanede yanınızdaydım. ‘yeğenime neden Gerçek ismini verdin dayı’ dediğinde ‘sen hayal kuracaksın yeğenin gerçekleştirecek, bazen de tam tersi olacak. Birbirinizin hayallerini sahipleneceksiniz’ dedin. Dün gibi hatırlıyorum, ‘dağ gibi’ dediğin abini devirdin, salya sümük ağlattın tuvalet köşelerinde. Oradan nasıl kaçacağımı şaşırdım. Ah ulan, bu Bayrampaşa başka bir yer, gerçi eski halinden pek eser kalmadı ama yine de başka bir yer burası.
- Fikret gözlerini fark ettirmeden silmeye çalışırken konuyu dağıtmak amacıyla sorar.
Kızların nasıl? İyiler mi?
Mehmet: İkisi de iyiler çok şükür. Birazdan gideceğim, bu gece masal anlatma gecemiz. Çok meraklılar. Dört göz, dört kulak dinliyorlar. Onları öyle görünce ben de gaza geliyorum süsledikçe süslüyorum. El kol hareketleri yaparken ağzımı şekilden şekle sokup değişik sesler eklemeye çalışıyorum. Bu akşam tek kollu iyi korsanın masalını anlatacağım.
- Mehmet Fikret’in ağlamaklı halini henüz toparlayamadığını görünce sözü ona bırakmadan yavaş tonda konuşmaya devam eder
Masallarımızda her zaman çıkmaz sokaklar oluyor. Hikâyede çözümü imkânsız gibi görünen bir sorun yaratıyorum. Küçük bir kız çocuğu olan kahramanımız ki aslında bu Hayal’in ta kendisi
18
oluyor, parlak bir fikir bulup ustaca çözüme ulaşıyor. Masalın sonunda kimse kötü anılmıyor, yenilgiye uğratılmış kötü insanlar yok, herkes kazanıyor, imkân ve zenginlik paylaşımı esas oluyor. Masalları böyle anlatıyorum çünkü hayatı boyunca karşılaşacağı problemleri gözünde büyütmesin, akıllıca çareler bularak çözebileceğini bilsin istiyorum.
Fikret: Çok şanslılar. Babalarımız bize masal anlatacak he, mümkün mü?
Mehmet: Abi vakit biraz geç oldu müsaadenle çıkmalıyım, kızlarım bekler. Daha birkaç gün buradasın nasıl olsa, var mı bir isteğin emrin?
Fikret: Yok Memedim bak keyfine bekletme çocukları. Biz Erdinç’le toplarız buraları.
Mehmet: Erdinç birazdan Bahtiyar gelir, sakın üzerine gitme hassasiyeti çok yüksek ayrıca aşırı alıngan lütfen çok dikkat et.
Erdinç: Hallederim abi sen merak etme.
Mehmet: O zaman haydi iyi geceler, size afiyet olsun. Fikret: İyi geceler abicim. Çocukları öp bizim yerimize. Mehmet: Emrin olur, kalın sağlıcakla.
19
Aynı Akşam Mehmet’in Evi…
- Mehmet eve geldiğinde eşi küçük kızı gerçek ile birlikte uyuma hazırlığındadır. Hayal ise dayı dediği Mehmet’in anlatacağı masalın heyecanıyla uyumamıştır. Sarılıp koklaşırlar, Hayal yatağında bağdaş kurup oturmuşken Mehmet yanındaki koltuğa oturur.
Mehmet: Bugün hangi masalı anlatacağımı biliyor musun benim güzel kızım?
Hayal: Tek kollu iyi korsan masalıydı dayıcığım. Baştan söyleyeyim, aklıma gelen soruları en sona saklayacağım. Bitene kadar dinleyeceğim. Anlaştık mı?
Mehmet: Anlaştık benim akıl küpü güzel kızım, şimdi masalını dinlemeye hazır mısın?
- Hayal kollarını coşkuyla kaldırıp ‘Hazırım’ diye bağırır.
Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde bir türlü çocukları olmayan neşeli bir çift varmış. Kadının ismi Hayat, kocasının ismi de Can’mış. İkisi de birbirlerine aşkla bakıyor, sevgiyle sarılıyormuş. Birbirlerine karşı bencillik etmezler, huzur vermek üzere yaşarlarmış.
Evlenmeleri üzerinden çok zaman geçmesine rağmen bir türlü çocukları olmadığından, o doktor senin bu doktor benim her yeri gezmişler çare bulmak için. En son gittikleri doktor yaşlı başlı bir adammış. Dertlerini dinledikten sonra; ‘şimdi beni iyi dinleyin lütfen’ diyerek başlamış söze. ‘Sizin tahlil sonuçlarınıza baktığımda hiçbir sorununuz olmadığını görüyorum. Sorun düşüncelerinizde. Çocuk meselesini çok fazla dert ediyorsunuz. Bu kadar düşünüp stres yapmasanız kendiliğinden olacak. Rahat olun, iyi şeyler düşünün ve kendinize zaman verin. Şimdi size ilaç yerine birkaç doğal ot ile yapılacak içecekler tavsiye edeceğim. Bunları çay gibi demleyip içerken, karı-koca birlikte geçireceğiniz
20
zamanın kıymetini bilerek tadına varın. Buna rağmen olmuyorsa, o zaman ‘olmuyor’ deyin ve durumunuzu kabullenerek yaşayın. Böylece en azından zihninizi boşa yormamış olursunuz’ demiş.
Hayat hanım hemen söze girmiş, heyecanla; ‘Olmuyorsa ne demek doktor bey, çocuksuz olur mu hiç? Çocuk dediğiniz evin neşesidir’.
Doktor: Sakin olun hemen heyecanlanmayın hanımefendi, olmayacak demiyorum, bu küçük de olsa bir ihtimal ve bu ihtimali göz ardı etmeden kabullenerek yaşamayı öğrenmelisiniz. Dünyada çocuğu olmadan yaşayan kaç aile var biliyor musunuz? Çevrenizde yaşayan insanları düşünün, mutlaka çocuksuz yaşayan aileler vardır bildiğiniz. Onlar için dünyanın sonu değil, sizin için de olmayacak. Ayrıca merak etmeyin, elbet bir gün olacak, ha olmadı diyelim evlatlık almayı düşünür değerlendirirsiniz. Aile sevgisine ihtiyaç duyan milyonlarca çocuk var dünyada. Önce bir rahat olun, gevşeyin, bu kadar çok kaygılanmaya gerek yok’ demiş.
Doktoru can kulağı ile dinlemiş olsalar da kadının içi bir türlü rahat olamıyormuş, eşi Can ise çocuk meselesini dert etmekten ziyade karısının mutsuzluğunu bir türlü gideremediği için üzgünmüş. Bu zamana kadar ne konuşsa fayda etmemiş. Yolda yürürken Can birden durup eşine dönmüş. Yüz yüze bakarlarken her zaman yanında olacağını hissettirircesine kollarından nazikçe sıkarak konuşmaya başlamış.
- Bak hayatım sürekli bunu düşünüp dertlenme devri kapandı. Hiç olmayacak diye konuşmak yok artık. Bundan sonra gerçekten hiç olmayacakmış gibi yaşayalım, akışına bırakalım hatta ‘evet, olmuyor kaderimiz buymuş’ diyelim. Zamanımızı paylaşacağımız bir evladımız olmayacak diyerek birbirimize daha çok sarılalım.
21
- Hayat: Çok mutsuzum hayatım, hiç iyi hissetmiyorum. Sadece bir evladım olsun, kız olmuş erkek olmuş hiç fark etmez, hayatımıza girsin ve bütün zamanımızı neşeyle doldursun istiyorum.
- Can: Ben de çok istiyorum güzeller güzelim ama inan seni mutlu, huzurlu görmeyi daha çok istiyorum. İstersen hemen şimdi yetimhaneye gidelim. Çocuklara hediyeler alalım, ördüğün, diktiğin ne varsa götürelim.
- Hayat: Götürelim, eğer bir evladım olursa yenilerini örüp en güzel kıyafetleri dikerim.
Diyerek önce evlerine gitmişler. Henüz doğmamış çocuklarına hazırladıkları ne varsa toplamışlar. Yola çıkmadan evvel telefon açıp ‘aklımıza gelmeyen neyi ister çocuklar, ne yapabiliriz? Diye sormayı ihmal etmemişler. Kutular dolusu eşya ile yetimhaneye varmışlar. Yetimhane müdiresi Nurhan bizimkileri kapıda karşılayarak bizzat ilgilenmiş. Koridorda yürürken neşeli bir grup çocuk yanlarından geçiyormuş. Aralarından biri Hayat’ın dikkatini çekmiş, gözlerini yüzüne odaklamış yürürken yaklaştıkça çocuğun bir kolu olmadığını fark etmiş. Haliyle hüzünlenmiş ama yine de belli etmemiş, gülümseyerek bakışmışlar karşılıklı. Müdire Nurhan önce birer çay ikram etmiş hediyeler için teşekkür ederek. Bulundukları oda arka bahçede oynayan çocukları görüyormuş. Hayat dayanamamış bir kolu olmayan güler yüzlü kızı sormuş. ‘Kimdir? Hikâyesi nedir?’ diye.
Müdire Nurhan kısaca anlatmış.
- Adı Leyla, anne ve babasını bir trafik kazası sonucu kaybetmiş, Leyla ise yaralı olarak kurtarılmış. Kolundaki ağır yara tedavi edilememiş ve dirseğinin hemen üzerinden almak zorunda kalmış doktorlar. Araç, sigorta şirketinin temin ettiği kusurlu bir otomobilmiş. Sigorta şirketi aracın kusurlarını üstlenmemiş kiraladığı şirketi sorumlu göstermiş. Mahkemesi bile yapılmamış, ört bas
22
edilerek kapatılmış. Bir süre büyükannesi bakmış ancak bakamayacak hale gelince Sosyal Hizmetler kararı ile bize getirildi. Çok neşeli bir çocuktur. Kendisine ‘kolsuz’ diyen bazı arkadaşlarına ‘ben tek kollu iyi korsanım’ diye cevap veriyor.
- Hayat: Onunla konuşabilir miyim?
- Nurhan: Tabi konuşabilirsiniz ancak öncesinde sormak zorundayım. Amacınız nedir?
- Hayat: Eğer eşimde onay verir, Leyla da bizimle gelmek isterse
Dediği sırada Nurhan araya girerek sözünü keser
- Bakın Hayat Hanım, Leyla ile konuşmadan önce eşinizle bir konuşun. Bugüne kadar sizin gibi çok sayıda anne baba Leyla’yı sordu. Gören herkes ilk anda hüzünle bakarak onunla konuşmak istiyor, sonra eksikliğe ile baş edemeyeceklerini düşünerek vazgeçiyorlar. Hepsine aynı şeyi söyledim, almayacaksanız boşa ümit vermenizi kabullenmem. Takdir edersiniz ki Leyla’yı korumak zorundayım. Baştan uyarıyorum; Eğer ki onu almak isterseniz, bunu bugün sormanızı istemiyorum. Önce detaylıca konuşmamız gerekir. Çocuğun sağlığını korumak ve ihtiyaçlarını karşılamak adına yeterliliğinizden emin olmalıyız.
- Can: (eşinin elini tutarak konuşur) Leyla ile görüşmemize müsaade edin lütfen. Eşim kadar bende görüşmek istiyorum. Hassasiyetinizi çok iyi anlıyor, saygı duyuyorum. Aynı hassasiyeti göstereceğimizden emin olunuz.
Müdire Nurhan bir süre emin olmak istermiş gibi her ikisinin gözlerine bakar. Kararlı olduklarına inanarak onay verir. Leyla’ya seslenerek yanlarına gelmesini rica eder. Leyla gülümseyen yüzü ve neşesiyle odayı doldururcasına içeri girer. Hayat ayakta
23
karşılar ve Leyla’ya yakın olacak şekilde tam karşısına oturtarak sorar.
- Nasılsın?
- Leyla: İyiyim, siz nasılsınız?
- Hayat: İyiyiz, seni gördük çok daha iyi olduk.
Dediğinde Leyla kısa bir süre, aldığı bütün ışığı yansıtan o kocaman gözlerini neşeyle açarak Hayat’ın yüzüne bakıp heyecanla sorar;
- Biliyor musunuz? Ben bir korsanım, ama iyi korsan. - Hayat: Öyle mi? Çok sevindim. Bizi de gemine alır mısın? - Leyla: Alırım tabi. Size dünyanın bütün güzel yerlerini gösteririm.
Uzun uzadıya sohbet ederler. Hayat ve Can, Leyla’yı almaya çoktan karar vermişlerdir. Can Nurhan’a ‘Leyla’yı almak istiyoruz’ dercesine bakar. Nurhan detayları konuşmak için Leyla’yı arkadaşlarının yanına gönderir. Sonrasında birkaç gün içinde tüm yasal işlemler tamamlanmış, Müdire Nurhan Hanım gözü gibi baktığı Leyla’sını yeni hayatına hazırlamak için tüm çabasını göstermiştir. Leyla yeni hayatı için çok heyecanlıdır.
Hayat ve Can, Leyla’ya çok iyi bakarlar. Hayat, kızına birbirinden güzel korsan kıyafetleri diker, Can ise ucunda kanca olan takma bir kol ile tek gözü kapatan korsan bandı gibi aksesuarları temin eder. Hep birlikte uzun süreli mavi yolculuklara çıkar, dünyayı dolaşırlar. Küçük Leyla çok mutludur ve zaten belli olan kararını kesin olarak vermiştir. Kaptan olacaktır.
Yıllar böyle geçip giderken Leyla kaptan olmak için gerekli tüm eğitimleri başarıyla tamamlamış ve çok iyi bir kaptan olmuştur. Artık evinden uzakta, gerçek korsanların bulunduğu denizlerde görev yapmaktadır. Bu kötü korsanlar Leyla’ya belki tek kolu
24
olduğu içindir bilinmez, saygı gösterip zarar vermezler. Leyla da korsanlara pek yaklaşmadan hububat taşıyan gemisine dümen vermeye devam edermiş. Muhteşem güzelliklere sahip, denizle ormanın buluştuğu çok sayıda ada ve koyların güzelliği meraklı gezginleri bölgeye çekerken korsanların da işini kolaylaştırırken, Leyla, hiçbir şeyden habersiz bu gezginlerin korsanlar tarafından soyulmasını istemediği için onları uyarır. Hangi korsan gemisinin hangi koyda saldırı için beklediğini ezberlemiştir artık. Diğer taraftan dünyadaki diğer insanların korsanlardan korkarak bölgeye gelmemesi ve bu güzellikleri görememesine üzülmektedir.
Başlangıçta işlerinin azalmasına anlam veremeyen korsanlar durumun farkına varınca toplanır ve Leyla’ya karşı birleşirler. Leyla tehlike altında olduğunu hiç düşünmez, gün batmış gece karanlığı çökmüş, yüküyle seyir halindeyken korsanlar gizlice gemiye çıkar ve gemi personelini etkisiz hale getirirler. Olan bitenden habersiz odasında dinlenmekte olan Leyla’yı bularak gemisiyle birlikte hiç bilinmeyen bir koya götürürler.
Leyla artık özgür bir kaptan değil eli kolu bağlı esirdir. Bu kötü korsanların ne yapacağını bilmeden karanlık bir odada kaderini bekler. Onu bağlayan korsan ‘sana ne yapacağımıza sabah karar vereceğiz, kalan son saatlerinin tadını çıkar’ diyerek acımasızlığının ifadesi kahkahasını atarak gider. Leyla kendisinden çok tayfasına üzüldüğü için bu durumdan kurtulmak üzere beynini zorlayarak düşünse de aklına bir çözüm yolu gelmez. Sabah olmasına az bir vakit kala uyuyakalmışken açılan kapının sesiyle uyanır. Kalabalık bir grup halinde gelen öfkeli korsanlar Leyla’yı alarak güverteye çıkarırlar. Leyla dizlerinin üzerine çökmüş beklerken başını göğe kaldırdığında olacakları izlesinler diye yukarıya dizilmiş olan tayfasını görür. Tayfası onun için üzülüp affedilmesi için korsanlara yalvarırken Leyla mırıldanır. Korsanların kaptanı ‘Ne mırıldanıyorsun sen?’ diyerek bağırınca herkes bir anda susuverir.
25
Leyla kaptana bakarak ‘bunların hiçbirine gerek yok, her şey çok farklı olabilir’ der.
Kaptan tersleyen bir tavırla ‘yokluğunda her şey çok farklı olacak zaten, bize yeterince engel oldun, artık olamayacaksın’ diye cevap verir.
‘Ya sonra?’ der Leyla,
- Bahsettiğim hayal bile edemeyeceğiniz kadar büyük bir zenginlik.
Zenginlik lafını duyan korsan kaptanın gözleri parlar
- Yoksa yıllardır bulunamayan hazinenin yerini mi biliyorsun?
Leyla bir an için ‘evet’ demeyi düşünse de yalan söylemek istemediği için ‘Hayır’ diyerek asıl fikrini söylemek üzere risk almayı seçer.
- Hazinenin yerini bilmiyorum ama nasıl bulunacağına dair bir fikrim var.
Korsanın mutluluğu sönse de fikri merak ettiği için sorar
- Neymiş?
- Leyla: Bütün korsanlar birleşseniz bile bu hazineyi yüzlerce adada kazı yaparak bulamazsınız, ömrünüz yetmez. Ama bu hazinenin varlığına dair dedikoduları dünyaya yayar, kazacak insanları buraya toplarsanız birilerinin bulma ihtimali olur ve gelenlere rehberlik etmek üzere her adaya gönderdiğiniz bir adamınız hazine bulunduğunda size haber verir.
- Kaptan: Hım ilginç bir fikir, peki her yer korsan kaynarken, korsanlardan korkan insanların buraya gelmesini nasıl sağlayacaksın?
26
- Leyla: Orası kolay, ama bunun için önce bütün korsanlar birleşmelisiniz. Bundan sonra her biriniz korsanlık yapmak yerine gelen gemilere rehberlik yapmalısınız.
Korsan Kaptan duyduklarına alaycı kahkahalarla gülerek sorar,
- Peki, soygun yapmadan bu kadar tayfayı nasıl doyuracağımı da söyle akıllı teyze.
- Leyla: Orası da kolay, hazine bulma ümidiyle gelen herkes size rehberlik ücreti ödeyecek, bu sularda neresi kayalık, tekneler, gemiler nerede batar, nereden güvenle geçer en iyi bilen sizlersiniz. Ayrıca konaklama için tesisler yapacak, yeme, içme, yıkanma gibi zaruri ihtiyaçları karşılayacaksınız ve bunların karşılığında da para kazanacaksınız. İnsanlar korkulacak bir şey olmadığını gördükçe kendilerini güvende hissederek tekrar gelecekler, gelirken daha çok insan getirecekler.
- Kaptan: Hım bak bu hoşuma gitti.
- Leyla: Dahası da var, direklere kolayca tırmanan tayfanın estetik hareketlerini, coşkuyla dökülen yelken gösterileri, top atışları ve alevlerle süsleyerek şova dönüştüreceksiniz. İnsanlar bu gösterilere eminim ki hayran kalacaktır. Bu gösteriler duyuldukça daha çok insan bu deneyimi yaşamak için gelecektir.
Leyla bunları söyledikten sonra fikri beğenen bütün korsan tayfası aralarında konuşmaya başlar, her biri kendini gösterebilme fırsatı bulacağı için Leyla’nın fikirlerini sahiplenerek kaptanı ikna etmeye çalışırlar. Kaptan gürültülü baskıya dayanamaz ve bağırır
- Susun, bunların hepsi çok güzel, varsayalım ki ‘tamam’ dedim. Ya, bu Leyla bizi geçmiş soygunlarımızdan ötürü ele vermeye kalkarsa?
Herkes Leyla’ya bakar. Leyla rahatlatan bir tavırla konuşur.
27
- Kaptan, ben tanrı değilim, kimseyi yargılayamam, geçmiş geride kalsın ve huzurla önümüze bakalım. Hem ayrıca, özgür bir kaptan hapisteki kaptandan daha faydalı olacaktır.
Korsan kaptan ikna olmuştur. ‘Leyla’nın ipini çözün’ diye bağırınca herkes coşkuyla birbirine sarılır. Leyla hem kendisini, hem tayfasını kurtarmakla beraber tüm insanların oradaki doğal güzellikleri görebilmesinin de yolunu açmış olur. Kimse kaybetmemiş, herkes kazanmıştır.
Hayal: Peki hazineyi bulabilmişler mi Dayı?
Mehmet: (Gülümseyerek) Esas hazineyi bulan tek başına Korsan Kaptan olmuş.
Hayal: Nasıl bulmuş?
Mehmet: Aslında ortada bulunacak gömülü bir hazine yokmuş, Korsan Kaptanın bulduğu hazine yüzyıllardır dünyanın her yerinde gömülü kalan paylaşmanın erdemiymiş. Bu yüzdendir ki güzel kızım asla birilerinin kaybedeceği oyunları oynama, her zaman herkesin kazandığı oyunlar yarat.
Hayal: Ama Dayı, oyunlarda her zaman birileri kazanır birileri kaybeder.
Mehmet: Kaybeden bir kişi bile olsa kazanan yoktur kızım. Kazandığını zanneden de kaybeder.
Hayal: Kazanan neyi kaybeder Dayı?
Mehmet: Kaybedeni kaybeder yavrum… Kaybedeni kaybeder…
28
İlk Karşılaşma…
- Mehmet, Bülent’in verdiği bilgi doğrultusunda işin yapılacağı restorana gider. Havalandırma sistemini dışarıdan inceledikten sonra içeri girerek kendisini karşılayan görevliye Özlem Hanım ile görüşeceğini söyler. Görevli, beklemesi için uygun bir masa göstererek buyur ederken ‘size ne ikram edelim?’ diye nazikçe sorar. Mehmet ‘teşekkür ederim, belki sonra’ cevabını vererek Özlem Hanım’a haber verilmesini beklemeye başlar. Hemen yan masada oturmakta olan biri kız biri erkek iki üniversite adayının ders çalışmasını izler. Öğrencilerin uzun süre ders çalışmaktan yorgun düştükleri, buna rağmen neşeli tavırları ile birbirlerini motive ettiklerini gözlerken geleceğe dair kurdukları hayallerde kendileri ile nasıl dalga geçtiklerini tebessümle dinler.
Erkek Öğrenci: Ne yapacaksam kosinüsü tanjantı? Hayatım boyunca kullanmaya ihtiyacım olmayacak şeyleri neden öğretmeye zorluyorlar anlamıyorum.
Kız öğrenci: Dersi müfredata koyanlarda bilmiyor bence. Bu dersi görmüşler midir acaba? Görmüşlerse bizim gibi sorgulamışlar mıdır? Müfredata koyarken ne düşünmüşlerdir? Baskı mı görüyorlar dersin.
Erkek Öğrenci: Kosinüs-Tanjant lobisi vardır belki de. Öğrencilerin bilinçaltına girerek davranış kodlarımızı yazıyorlar. Günü geldiğinde bizi saçma sapan emirlere bile sorgusuz sualsiz uyan askerlere dönüştürerek dünyayı ele geçirecekler. Her yerde üçgen semboller ile ortaya çıkacaklar ve yuvarlak olan dünyamızı ele geçirecekler.
- Öğrenciler aralarında gülüşürlerken Özlem Hanım Mehmet’in masasına yaklaşarak selam verir. Mehmet ayağa kalkarak karşılar.
Özlem: Hoş geldiniz. Mehmet Bey değil mi? Ben Özlem.
29
Mehmet: Memnun oldum Özlem Hanım, Nasılsınız?
Özlem: İyiyim sizde iyisiniz umarım. Geldiğiniz için çok teşekkür ederim.
Mehmet: Rica ederim.
Özlem: Buyurun lütfen rahatsız olmayın.
Mehmet: Teşekkür ederim.
Özlem: Size ne ikram edebiliriz?
Mehmet: Bir çayınızı alırım.
- Özlem kendisini fark edecek kadar yakın duran garsondan iki çay rica ederek derdini anlatmaya hazırlanırken yan masadaki erkek öğrenci seslenir.
Özlem abla… Siz üniversitede kosinüs tanjant dersleri gördünüz mü? Bu dersi vermelerinin mantığı hakkında bizi aydınlatabilir misiniz?
Özlem: Maalesef üniversiteli olamadım, imkânım olmadı ama lisede yüzeysel olarak işlemiştik. Mantığına gelince öğretmenlerinizin asıl amacı zekânızı geliştirmek üzere beyninizi daha çok çalışmaya zorlamak olabilir. Bence zekâ tıpkı kaslarımız gibi çalıştıkça gelişir ve güçlenir. Hayatınız boyunca karşılaşacağınız problemlere değişik açılardan bakma becerisine sahip olmanızı umuyorlardır. Yoksa hayatınızın kalan evresinde kosinüs ve tanjanta ihtiyaç duyacağınız için değil.
Kız öğrenci: Kulağa çok mantıklı geliyor.
Erkek Öğrenci: Bir şeyi de bilme be abla, bir şeye de cevap verme. Her şeyi bilmek zorunda mısın? Askere gittiğimizde mantığa ters emirlere yorumun nedir abla? Onu da söyle bari hazırlıklı gidelim.
30
Özlem: Askere gitmediğim için fikrim yok, onu askere giden birine sormak lazım belki Mehmet Bey bize söyler. Ne dersiniz Mehmet Bey?
- Konuşmaları tebessümle izleyen Mehmet aynı tebessümle cevap verir
Mehmet: Emirler mantıksız gibi görünse de aslında basit bir mantığı olduğunu düşünüyorum. Bence esas amaç verilen emirlerin sorgulanmadan uygulanmasını sağlamak. ‘Emri sorgulama, emir ne olursa olsun sorgulama, sadece uygula’ Eğer böyle olmaz da her asker sorgulamaya kalkarsa savaş kaybedilecektir. En tecrübeli olan her zaman komutan olduğu ve savaş halinde hızlı hareket edilmesi gerektiği için askerin hızlıca verilen emri yerine getirmesi istenir. Bu yüzden acemi askerlere ilk öğretilenlerden biridir, ağaca selam vermesinin istenmesi mantıksız gibi görünse de temel mantığı budur.
Kız öğrenci: Siz emirleri hiç sorgulamadınız mı? Bütün emirlere uydunuz mu?
Mehmet: Askerliğim boyunca bütün emirlere uydum. Hiç sorgulamadım, sorgulamak istedim elbet ama sorgulasam ne olacak? Emre itaatsizlik ağır sonuçları olan bir suçtur. Kişisel olarak emirlerden ziyade savaşları sorguladım ‘İnsan neden savaşır?’ diye. Şansıma askerliğim süresince savaş görmedim, umarım hiç kimse görmez.
Kız öğrenci: Savaş olsaydı sorgular mıydınız peki?
Mehmet: Bunu düşünmek için oldukça uzun zamanım oldu. Askerliğim sırasında savaşa girmiş olsaydık ne yapardım? Sanırım savaş durumuna göre değişirdi. Sadece savunma yaparak özgürlüğünü koruyan tarafın askeri olarak sorgulamazdım, saldıran taraftaysam emrine göre reddetme ihtimalim her zaman vardır. Bu konuda en iyi örnek kurtuluş savaşında saldırmayı ve
31
öldürmeyi reddeden Yunan askerleridir. ‘Kardeşime kurşun sıkmam’ diyerek Türk halkını kurşuna dizmeyi reddettikleri için bizzat kendi komutanları tarafından kurşuna dizilmişlerdi. Bu olayın gerçek olmadığını, rivayet olduğunu iddia edenler olsa da savaşları sorgulamama sebeptir.
Özlem: Az önce ‘İnsan neden savaşır?’ dediniz ya, sizin fikriniz nedir? Bir sonuca ulaşabildiniz mi?
- Mehmet ‘bunun cevabı çok uzun’ demek istercesine tebessüm ederek cevaplar.
Mehmet: Kendimce bir cevaba ulaştım diyebilirim. Bence bütün savaşların sebebi, hemen hemen tüm canlıların içinde az veya çok mutlaka var olan Tanrı Egosu. Savaşı başlatmak için sadece bir kişinin egosu yetiyor. Mesela İkinci Dünya Savaşı’na bakın, Tek başına Hitlerin egosundan türemiş. Güçlü duygular içeren konuşmalarından etkilenen insanların hayranlık taşıyan gözlerine baktıkça egosu giderek daha fazla ve daha hızlı yükselmiş, zamanla kendisini daha çok tanrı zannetmesine sebep olmuş. Maalesef ki bu acımasız tiranın karşısına çıkmaya kimse cesaret edememiş, hiç kimse ona ‘Dostum sen tanrı değilsin, saçmalama’ diyememiş. Etrafındaki insanların tamamı ya korktukları ya da nemalandıkları için karşı gelmemiş, tüm acımasızlığa rağmen yaşanan insanlık dışı vahşete göz yummuşlar.
Özlem: Savaşları engellemek mümkün olsa keşke, insanın egosu ve bencilliği var oldukça bir çözüm görünmüyor sanki ufukta.
Erkek öğrenci: Abla bir soru sorduk olay Hitlere yürüdü, bu muhabbet matematiği anlamamız noktasında bir çözüme kavuşacak mı?
- Erkek öğrencinin sözleri hep birlikte gülüşmelerine sebep olmuştur.
32
Mehmet: Merak etme genç dostum elbet bir çözüme kavuşur. Hani ‘Kardeşime silah sıkmam’ dedikleri için kurşuna dizilen Yunan askerleri vardı ya. Sayıları 200 kadar olduğu yazılır. Maalesef ki sayıları savaşı sonlandırmaya yetmediği gibi kendi canlarına mal olmuştu. Şimdi Hitler zamanında yaşayan insanların bu askerler gibi düşünebildiklerini, vicdanlarına öfke ve cesaret ekleyerek meydanlara aktığını varsayın. Hep bir ağızdan bağırsalar ‘Hey Hitler, Basit bir ejderhasın, Tanrı değil’ diye, ne Hitler kalırdı ne de savaş.
Kız öğrenci: Her şey tamam çok güzel de kalabalıkları harekete geçirmek nasıl mümkün olacak? Korkuyu yenmenin bir yolu var mı?
Mehmet: Zor olsa da var elbet ama iş korkuya kalmadan halledilmeli.
Özlem: Nasıl?
Mehmet: Mühendisliğin atasözüdür; ‘Her sorunun en az üç çözümü vardır, birini bulmak yeterlidir’ der. Bütün mesele eğitime daha çocukluktan başlayarak insanın kendisine yalan söyleyen egosu ile yüzleşebilecek kadar cesur, dürüst ve vicdanlı karakteri olmasını sağlayabilmek, hepsi bu kadar.
Erkek öğrenci: Evrenin varoluş amacını da biliyor musun abi sen? Biz neyiz? Niyeyiz? Bu Matematik niye?
- Mehmet’in yüzünde tebessüm iyice artmıştır. Gülümseyen neşeli bir tavırla cevaplar.
Mehmet: En sevdiğim sorular. Hep çalıştığım yerden soruyorsunuz.
Kız Öğrenci: Neymiş evrenin varoluş amacı biz de öğrensek.
33
Mehmet: Bence cevabı soruda mevcut, sadece var olmak. Başka hiçbir amacı yok. Var olmak, var etmek, yaşamak, tutunmak hayata. Öyle birileri tarafından sağa sola gizlenmiş olan şifreli mesajlar yok.
Erkek Öğrenci: Ne iş yapıyorsanız beni de yanınıza alır mısınız? Yanınızda bütün sorularımın cevabını bulacak, Matematik dâhil tüm acılarımdan kurtulacak gibi hissediyorum.
Mehmet: Maalesef ki biz tek soruluk yazılı bir sınavla eleman alıyoruz. İşimiz de oldukça ağır sayılır.
Kız öğrenci: Soru nedir? Çok merak ettim şimdi.
Mehmet: Peki, soru şu; ‘Her insan, yaşadığı dünyayı tanıma ve anlama hakkına sahip olabilmelidir’ cümlesinden yola çıkarak evrensel amaçlarınızı yazınız.
Kız Öğrenci: İyiymiş. Bunu düşüneceğim.
Erkek Öğrenci: Kopya verseniz… (Gülüşürler)
Özlem: Aslına bakarsanız hem şaşırdım hem sevindim. Havalandırma ustası diye düşününce ne yalan söyleyeyim bu kadar güzel anlatıları olan birini beklemiyordum doğrusu.
Mehmet: Teveccühünüz. Teşekkür ederim ama o kadar uzun boylu değil.
Özlem: (Öğrencilere dönerek konuşur) Mehmet Bey havalandırma sistemimizi gözden geçirmek üzere buraya geldi. Yetersiz ise yeterli hale getirmek için tabi. Siz de kendinizi tanıtın isterseniz.
- Dedikten sonra öğrenciler sırasıyla; Jiyan ve Can memnun olduk diyerek kendilerini tanıtır.
Can: Şu andan itibaren acayip bir aydınlanma içerisindeyim. Bundan sonra Matematik hocama ne diyeceğimi biliyorum.
34
Jiyan: Neymiş?
Can: Tanrı değilsiniz hocam, sadece bizi sıkıştıran sorular soran basit bir ejderhasınız.
Mehmet: Matematik sıkıntısı neden bu kadar fazla?
Can: Aslında benim Matematikle ilgili hiçbir sıkıntım yok. Soruları cevaplarken çok güzel şak diye cevaplıyorum ama ne zaman ki hoca ‘nasıl çözdüğünü açıkla’ diyor işte o zaman kâbus başlıyor. Çözümü biliyorum da nasıl çözdüğümü bilmiyorum o yüzden açıklayamıyorum. ‘Hoca bana gıcık mı acaba?’ diye sormadan edemiyorum.
Özlem: Hocan senin ileri zekâlı olduğunun farkında, bu yüzden kaygılanmana gerek yok, diğer taraftan senin kadar ileri zekâlı olmayan öğrencilerine çözümü nasıl bulacaklarını öğretmek zorunda. Sınıftaki tüm öğrencilerin seviyesi bir olmasa da hoca bir denge tutturmak zorunda hissettiği için sana çözümü soruyor. Bu sayede diğer öğrenciler, senin zekânın fazlalığından kaynaklı özgüven eksikliği yaşamıyor.
Can: Abla sana hayret ediyorum. Nasıl başarabiliyorsun bunu? Bir insanı zekâ muhabbeti ile yüceltirken, ‘hocayı anlamıyorsun’ imasıyla, üstelik de aynı konuşma içinde gömmeyi nasıl beceriyorsun?
Özlem: Matematik işte, tıpkı senin gibi nasıl yaptığımı ben de bilmiyorum. Şimdi siz dersinizi çalışmaya devam edin bizde Mehmet beyle uzak bir masaya geçelim ki işimizi konuşabilelim. Buyurun Mehmet Bey.
- Dedikten sonra kalkarak daha uzak bir masaya geçerler
Özlem: Muhabbeti uzatarak vaktinizi almış olabiliriz. Bu yüzden bağışlayın lütfen. Şimdi sizi dinliyorum.
35
Mehmet: Bağışlamak ne demek, bilakis keyif aldım. Uzun etmişsem siz beni bağışlayın lütfen. Havalandırma sisteminizi içeri girmeden evvel dışardan başlayarak inceledim, sistem kapasitesi ve mahal iç hacmi göz kararı belli. Bu hacme yeterli olup olmadığını ölçmek üzere gerekli cihazlar ile sizi tekrar ziyaret etmemiz gerekir. Ekip arkadaşlarım şu an şehir dışında, döndüklerinde size yönlendiririm. Mevcut görünenden yola çıkarak söyleyebileceğim şudur ki; yazın aşırı sıcaklar haricinde yeterli görünüyor. Biraz ek kapasite artışı sağlayarak aşırı sıcaklarda yeterli hale getirebiliriz. Önemli bir şey değil, küçük bir bütçe ile halledilebilir. Kapasite artışı ile temiz hava daha bol olacağı için misafirleriniz kapalı alan sıkıntısı hissetmez, uzun saatler keyifle oturabilirler. Havalandırma filtreleri bakımcı firma tarafından zamanında değiştirilirse sorun yaşamazsınız.
Özlem: Çok sevindim, öğrencilerimiz oksijensiz kalmasınlar. Burada derslerini çalışırken zihinleri açık olsun.
- Mehmet, Öğrencilere bakarak konuşur.
Olmasına olsun ama doğrusu bu manzaraları görünce üzülüyorum. Ders çalışırken dünyadan koparak acı çektikleri yüzlerinden okunabiliyor. Benim iki kızım var ve gelecekte kendilerini böyle yıpratarak acı çekmelerini istemiyorum. Hiç kimse çekmesin. Güzel yaşamak için bu kadar çok acı çekmeye gerek yok.
Özlem: Sizce nasıl olmalı?
Mehmet: Bence paranın geçmediği imeceye yönelik yeni bir ekonomik sistem kurulmalı. İnsan aklı buna yetmeli.
Özlem: Mümkün mü böyle bir şey?
Mehmet: Maalesef ki insanoğlu kendisini esir alan egosu ile yüzleşemedikçe mümkün değil. Paranın 2700 yıl evvel Lidyalılarca icadından beri kullanılan bu sistem eski olduğu
36
kadar ilkel. Kaldı ki; kazandıkları parayı nereye koyacaklarını bilemeyen Medici ailesinin krediyi icadı ile iyice çığırından çıktı. Bugün vardığımız noktada sürekli tüketim üzere kurgulanmış daima süratle koşmak zorunda olan bir sistem. Bir an bir felaketle durmak zorunda kalsa tökezleyecek, yığınla insan işsizlik ve parasızlığa bağlı yokluk çekecek. Keza gidişatımız sadece kendimiz için değil, tüm canlılar için yaşam alanlarını bu çılgınlığına kurban edercesine yok etmek üzere ilerliyor. İnsanoğlu dünyanın her yerinde nüfus artışı ile çoğalırken, ihtiyaçları karşılamak üzere vahşi yaşamı besleyen ormanları acımasızca yok ediyor. Mesela çoğalan insana araba lazım ya, tekerlek için kauçuk hammaddesi gerekli. Çözüm ne? Kes balta girmemiş ormanları, yerine kauçuk ağacı dik, palm yağı mı lazım? Kes bitir ormanları palmiye ağacı dik, orada yaşayan binlerce canlı türü yok olsun. Üstelik dönüşü olmayacak şekilde sonsuza dek.
Bu acımasız, bencil vahşetimiz kendi sonumuzu getirecek. Sanki kendi kuyruğunu yakaladığını fark edemeyerek yiyen yılan misali, bir gün üstelik çok uzakta olmayan bir vakitte yaşayamaz hale geleceğiz bu dünyada.
Oysa çok basit bir yaklaşımla düşünebilsek, bir insanın yaşamı boyunca ihtiyaç duyacağı enerji miktarı daha en baştan bellidir. Ömrü boyunca yiyeceği yemek, içeceği su, giyeceği kıyafet, kullanacağı araç gereç, seyahatlerin miktarı, okuyacağı kitapların üretimine harcanacak materyallere varana dek tüm ihtiyaçları için gerekli olan enerji miktarı kolayca hesaplanabilir. Bunların hepsi planlanabilir, minimum enerji ve malzeme sarfiyatı ile üretilebilir. Bugün sahip olduğumuz teknoloji ile zaruri ihtiyaçlarımıza yönelik üretimi otomasyon sistemleri sayesinde insan gücüne ihtiyacı en aza indirerek pekâlâ yapabiliyoruz.
Şimdi bir düşünün; paranın kullanılmadığı bir sisteme geçtik diyelim. Her insan haftada dört gün ve günde sadece üç saat
37
sosyal mecburiyet çerçevesinde imeceye dâhil çalışıyor olsun. Örneğin siz, bu yerel kafeyi işletmekle yükümlü olun, bir başkası ihtiyaçlar dâhilinde gerekli olan hammaddeyi buraya taşıyor olsun. Gelen misafirleriniz yesin içsin ancak para ödemesin. Bu misafirlerde aynı sistem dâhilinde çalışıyor olsun. Bir tanesi gömlek üretiminde çalışırken bir diğeri çiftliklerde çalışıyor olsun, bir başkası insan nüfusu artışı ve ihtiyaçların belirlendiği istatistik biriminde çalışsın ve hiç kimse ne para alsın ne de ihtiyaçları karşılığında para ödesin. İlk bakışta saçma gibi duruyor belki ama esas soruyu henüz sormadık, sorunca konu netleşmeye başlayacak.
Para olmasa nasıl bir dünya olurdu?
En başta paranın varlığına bağlı olan lüzumsuz iş kolları ortadan kalkar ve bu sektörlerde çalışan insanların zamanı boşa harcanmazdı. Örneğin reklama gerek olmazdı, beş al üç öde sonra çöpe atarsın gibi gereksiz kampanyalar olmazdı. Bu sektörde çalışan insanlar tanrının kendilerine hediye ettiği zamanı dilediğince kullanabilirdi.
Para olmasa; muhasebe, bankacılık, ekonomi eğitimi ve bunun üzerine yayın yapan kanallara gerek olmazdı. Para olmasa yüzlerce belki binlerce sektöre gerek olmazdı ve bu sektörler için boşa harcanan zaman ve emekten muazzam tasarruf olurdu.
Özlem: Doğru söylüyorsunuz, benim ilk aklıma gelen zengin fakir ayrımı olmazdı, paranın yarattığı statü farkları olmazdı. En önemlisi her bir dünya vatandaşının eşit olduğu bu düzende savaşlar olmazdı.
Mehmet: Değil mi ama? Çocuklarda, hayalleri de ölmezdi. Ayrıca savaş ve savunma sanayilerinin mühendisliğine harcanan hammadde, emek ve zamanı bir düşünün. Bu kaynaklar ihtiyaçlarımızı planlamak üzere üretim ve robot teknolojisine
38
harcanabilirdi. İhtiyaçtan fazla üretime gerek kalmaz ve böylece doğayı kirletmezdik.
Ama maalesef ki olamıyor. İnsanoğlu tanrının kendisine hediye ettiği tüm zamanı mal ve parayı istiflemek için harcıyor. Bunun için birbirleri ile amansız rekabet ediyorlar. Yani biri diğerine demek istiyor ki ‘Tanrı benim ve seni yenerim’
Kabarık banka hesaplarının ağırlığı altında can veriyor sahibinin tüm zamanı.
Özlem: Zamanı canlı bir varlık olarak görmek!
Mehmet: Bence öyle, sahibine yön veren kaderi, zamanını nasıl harcadığına bağlıymış gibi hissediyorum. Tanrı sanki öldüğümüzde, ‘sana hediye ettiğim zamanı nasıl harcadın? Kaç çocuğun, kaç insanın hayatına dokundun?’ diye soracakmış gibi geliyor.
Özlem: Sizi hayranlıkla dinledim. Kesinlikle katılıyorum, farkındayım ki ihtiyacımızın çok üzerinde üretiyoruz, üstelik ürettiklerimizin büyük bir kısmını hiç kullanamadan çöpe atıp israf ediyoruz, en başta yiyecek ve içecekleri.
Mehmet: Kesinlikle haklısınız, bu üretim çılgınlığı daha çok gelir elde etmek için her birimizi esir alan egolarımızın köleliğinde gerçekleşiyor. Kimse durup ‘Ne yapıyoruz biz böyle? Bu ne büyük bir saçmalık?’ demiyor, durumu sorgulamıyor. Bu hırs yüzünden gençlerimizi daha çocukluktan başlayarak koşuluyoruz. Okulda puanı yüksek olsun diye üzerine basıyoruz, ek dersler aldırıp en iyi ve en yüksek maliyetli okullara dünyanın parasını ve emeğini döküyoruz. En sonunda sistemin kölesi olup çıkıyorlar ve tüm hayatları, farkına bile varamadıkları esaretle son buluyor.
Baksanıza şunlara, daha çocuk sayılırlar ve çocuk olduklarını sanki hiç bilememişler, neredeyse oyun oynamaları bile yasak. Sonra okul hayatı iyi kötü bitti diyelim. Okul bitince başka bir
39
delilik başlıyor. İş bulma derdi, işi buldun, tutunabilme ve iyi bir seviyeye ulaşabilme çabası, dört duvar arasında esaret, saatler, günler, aylar, yıllar ve ömür bitti. Sistemin kölesi haline getirdiğimiz çocuklarımızı özgür kılmaktan aciz bireyleriz. Kendimizi ve yaptığımızı sorgulamak bir kenara teşvik ediyoruz. Okumazlarsa tutunamayacakları yalanını durmaksızın tekrarlıyoruz.
Ne için?
Özlem: Modern kölelik düzeninde, tüketim tanrılarına ibadet için
Mehmet: Sanki ben konuştum, içimi okudunuz. Tam da bu şekilde söyleyecektim.
- Birbirlerine kenetlenmiş gülümseyen gözlerle bakışırlarken bir noktada Özlem çekinir. Durumu fark eden Mehmet konuşmaya devam eder.
Nereden bakarsak bakalım baştan aşağı anlamsızlık. Her şeyin temelinde aynı ego var, tek bir ego. Kişinin kulağına bilinçaltınca fısıldanan ‘Tanrı Egosu’. İnsanlar maalesef ki bu egonun esaretinde hayatlarını sürdürüyorlar. Hiç kimse kendisi ile yüzleşemiyor, en gencinden en yaşlısına hatta en zeki olanına kadar hiç kimse kendisine ‘Ben tanrı değilim, hiçbir zaman olmayacağım’ diyemiyor.
Özlem: Çünkü sistemin dışında kalmak korkutuyor insanı, sağladığı konfor ise cezbediyor.
Mehmet: İlginç, beni şaşırtıyorsunuz. Ben buna yalnızlık korkusu diyordum ve benim gibi düşünen biri ile daha önce hiç karşılaşmamıştım.
Özlem: Yalnızlık korkusu mu?
40
Mehmet: Evet elbette, bütün duygu ve davranışlarımızın temel sebebi, hiçbir korku yalnızlık korkusu kadar ağır ve acımasız değil. Bu korku o kadar büyük ki; korkumuzu sadece bilinçaltımızda tutar, bilinç seviyemize çıkarıp dillendirmekten çekiniriz.
Neden zengin olmak ister ve parayı istifler insan? Çünkü parası varsa etrafında insanlar olur ve asla yalnız kalmaz. Neden övgüye layık olmak ister? Çünkü övgüye layıksa etrafını hayran bakışlı insanlar doldurur ve asla yalnız kalmaz. Makyajı dahi aynı korkudan yapar? Çünkü kimse çirkin birine yaklaşmak istemezken güzel olanı ise yalnız bırakmaz. Mevki makam sahibi olmak ister? Çünkü etrafında insanlar pervane olur, asla yalnız kalmaz.
İnsan bu imkânlara sahip oldukça egosu kulağına tatlı dille usulca fısıldar. ‘Para sende, güç sende, güzellik sende, makam sende tabi ki tanrı sensin.’
Üremek dahi yalnızlıktan kaçıştır ve üremek için bile tanrı egomuz kulağımıza fısıldar. Çekici olanı fark ettiğinde ‘Tanrı sensin, alırsın bunu, bu sende, yürü’ der.
Yalnızlık korkusunun ağırlığından olsa gerek, tanrının şeytana verdiği tek ve en büyük cezadır ebedi yalnızlık.
Yalnızlıktan korktuğumuz için ürüyoruz, övgüye layık olmak istiyoruz, hastalıklı istifçilikle üretiyor biriktiriyoruz, aidiyet duygusu ile sahipleniyoruz, takım tutuyoruz, milliyetçi oluyoruz ve diğerlerine üstünlüğümüzü kabul ettirmeye çalışıyoruz. Aslında her şey o kadar basit ki. Sadece insanın değil tüm canlıların davranışlarını açıklayan çok basit bir temel korku. Bütün davranışlarımızın temelinde yatan tek duygu, tek bir korku, kıskançlığımız hatta başkalarını eleştirmemiz bile yalnızlık korkusundan.
41
- Özlem dinledikleri karşısında ne diyeceğini bilemez, içinden ‘hiç, bu kadar derin düşünen birini tanımamıştım’ dese de bir türlü dillendiremez. Özlemin sessizliğini fark eden Mehmet sessizliği bozmak ister.
Bu arada Özlem Hanım hepsini koyun bir kenara, siz iyi misiniz? Özlem: İyiyim.. Neden sordunuz? Değil gibi mi geldi size.
- Mehmet, Özlem’in gözlerine uzun sayılacak bir süre sessizce ‘bir sırrın var ve ne olduğunu biliyorum’ dercesine baktıktan sonra sakince ayağa kalkarak konuşur.
Kusuruma bakmayın benim çenem fazla düştü, işiniz var mı yok mu sormadım bile. Hiç tanımadığınız birinin bilmişlik taslaması pek hoş olmayabilir, bağışlayın.
- Özlem de ayağa kalkarak cevaplar.
Zengin kalkışı oldu bu, sohbetinizden ziyadesi ile keyif aldım, sizi uzun süre sıkılmadan dinleyebilirdim, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım.
Mehmet: Bilmukabele bende sohbetinizden çok keyif aldım. İkramınız için çok teşekkür ederim.
Özlem: Afiyet olsun.
Mehmet: Elemanlarım bir aksilik çıkmazsa yarın dönmüş olurlar. Bir gün dinlensinler, sizin için de uygunsa, işle ilgili tespitleri öbür gün yapabiliriz.
Özlem: Lütfen, ne zaman uygunsanız bekliyorum. Mehmet: Peki, görüşmek üzere hoşça kalın.
Özlem: Güle, güle
42
- Vedalaştıktan sonra, Mehmet’in arkasından bakarken düşünceye dalmıştır. Herkesten saklamaya çalıştığı sırrını, hiç tanımadığı bu adam fark etmiş olabilir miydi? Kimdi Mehmet? Nasıl bilebilirdi ki? ‘Yok, canım nerden bilecek? Mümkün değil. Olmaz öyle şey’ diyerek kendini avutuyordu. Diğer taraftan yıllardır tanıyormuş gibi hissediyor, ‘Kimsin sen Mehmet? Kimsin?’ diye sürekli sormaktan kendini alamıyordu. Hiç kimseye anlatamadığı duygularını, sır gibi sakladığı günlüğüne yazacaktı.
Vücut dilinin naif nezaketini sorgulamaya ihtiyaç hissetmedim. Konuşması, bakışlarındaki ifade, mimikleri içimi eritti. Gitmesini hiç istemedim, ‘bu konuşma hiç bitmesin, hiçbir yere gitmesin’ dedim, kendimi tutamıyordum. Bir taraftan belli olacak diye ödüm koparken diğer taraftan kendimi sorguluyordum ‘ne oluyor bana böyle?’ Bu duyguyu hiç bilmemiş, yaşamamıştım. Bir tedavi gibiydi beraber geçirdiğim kısacık zaman. Bir noktada kendimi serbest bırakmaya karar verdim, içimden ‘akışına kapılmak en doğrusu’ dedim, ‘Ne olacaksa olsun. Bu adamla geçen zamanımın tadına sonuna kadar varmalıyım.’ Sadece bir an için bile olsa öyle yaptım. Artık kontrol bende değildi, sanki beni benden almış ve hiç geri vermeyecek, vermeye kalksa yalvaracağım en azından ‘lütfen’ diyeceğim. İçimde bunları hissederken dışımda buz gibi bir ifade takınmaya çalışıyordum, ‘yapma kızım, içini okuyacak sonra yüzüne sırıtacak, kanma çekiciliğine. O da diğerleri gibi sadece bir erkek, ne bekleyebilirsin ki?’
43
Aynı Gün Akşamı, Yalnızlar Meclisi…
- Mehmet çıkar çıkmaz doğruca Yalnızlar Meclisine gider. Bahtiyar’ı tek başına demlenirken bulur. Bahtiyar küllüğe bir köz daha eklerken Mehmet’in yüzünde açıkça görünen donuk ve düşünceli ifadeyi sakince sorar.
Bahtiyar: Hoş geldin Mehmet, hayır olsun nedir bu yüzünün hali?
- Mehmet hiç oturmaz, sandalyenin sırtlığına ellerini koyarak dalgın gözlerle sanki uzaklara bakıyormuş gibi konuşur.
Hani biz bütün duyguları biliyorduk, hani hiçbir duygunun esaretine girmeden hepsini kontrol edebiliyorduk.
Bahtiyar: Ben değil ama sen pekâlâ yapıyorsun. Hayırdır ne oluyor?
Mehmet: Bilmiyorum, duygularımı kontrol edemiyorum, dağıldım darmadağınım.
Bahtiyar: Sen hele şunu bir baştan anlatsana, ama önce bir otur. Bir çay getireyim sana.
- Mehmet yavaş hareketlerle oturur, düşünceli hali devam ederken anlatmaya başlar
Ooofffff Bahtiyar of.
Bahtiyar: Ne oluyor lan? Anlatsana.
Mehmet: Sanki milyonlarca yıl boyunca evrenin her köşesinde arayıp da bulamadığımı buldum. Ümidi kesmiş, çoktan vazgeçmiştim. O’nu bu gezegende bulacağımı hiç zannetmiyordum.
Bahtiyar: Kimi buldun? Adam gibi anlat şunu...
44
Mehmet: Bugün Bülent’in verdiği adrese gittim ya. İçeri girdiğimde mekânın kokusuyla kendimden geçtim. Sanki geçmişe götürdü beni. İşletmenin sahibesi, Özlem’miş adı. Öyle bir çıktı ki karşıma, yaklaşırken ayağa kalktığımı hayal meyal hatırlıyorum
Bana doğru yürüyen bu güzel kadından gözlerimi alamadım. Yürüyüşündeki salınım, tavırlar, bakışlar, mimikler aklına ne gelirse artık, her şeyi beni benden aldı. Zayıf düşmüş gibi kendimden geçtim. Ben artık bende değildim, sanki bilinçaltım kontrolümü elimden almış gibiydi, konuşuyordum ama ne konuştum hatırlamıyorum. Hayranlıkla kadını izlerken hareketsizdim. Öyle oturdu ki yüreğime, ağzını her açtığında sanki ben konuşuyorum.
Bahtiyar: Ne diyorsun oğlum sen? Âşık mı oldun yoksa?
Mehmet: Aşk buysa, öncekiler neydi? Hayatım boyunca tanrıdan yalvar yakar dilenmiştim onu. Şekli şemaili önemli değil, Mevlana’nın dediği gibi ‘Benimle aynı ayakkabıları giyip benzer yollardan yürümüş olsun’ dedim. Ağır yalnızlığımı paylaşayım istedim.
Hiç uyanmak istemediğim bir rüyadaydım. Yüzüne odaklanmıştım, yan masada iki çocuk vardı ders çalışan, onlara da bir şeyler söyledim ama sorsan hayal meyal hatırlıyorum.
- Bahtiyar çayı Mehmet’in önüne koysa da görmediğini fark edince söylenir.
Ateş bacayı çoktan sarmış. Alooo, çayını al çayını. - Dese de Mehmet başka bir dünyadan konuşur.
Tanrı dese ki; Nasıl birini istiyorsun? Al kalemi yaz, çiz… Yetenek verse, tüm beyin hücrelerimi yakarcasına zorlayarak çizsem…
Ne istiyorum?
45
Esmer, sık saç, kömür kara gözler, elma yanak, baldudak, okka burun ya da her neyse...
Çizemem…
Hayal edemeyeceğim kadar güzel.
Öyle ki, sipariş versem yaptıramam.
Ne o, ön iki dişinin içten dışa hafif açısını ne de o göz çukurlarının kattığı güzelliği tasavvur edemem.
Yüzü gözümün önünden gitmiyor. Yaşadığı hayata dair bütün acılarının olgunluğu yüzüne yansımış parlıyor, var olduğuna hâlâ inanamıyorum. Bunca yıl geçmiş ömrümden, her yeri aramış bulamamışım. Nasıl inanayım?
Bahtiyar: Ne olacak şimdi?
Mehmet: Bilmiyorum, bilemiyorum ama hiçbir şey umurumda değil.
Bahtiyar: Evlisin, çocuk var.
Mehmet: Hiç fark etmez. Hayal’de, Gerçek’te her zaman benim çocuklarım, karım desen zaten bende değil.
Bahtiyar: Nasıl yani? Kimde peki? Niye hiç anlatmadın?
Mehmet: Kimsede değil ama bende de değil, hiçbir zaman olmadı, her zaman dürüst oldu, sadece ben farkında değildim. O zamanlar kendimle yüzleşmeyi bilmiyordum. Bana açıkça sevdiğini bir kez olsun söylemedi. Tek söylediği ‘ben senin, beni sevme şeklini sevdim’ demek oldu. Beni sevmemiş de sadece sevme şeklimi sevmiş yani. Aynı frekansta olmadığımız, anlaşamadığımız sır değil, zaten biliyorsun.
Bahtiyar: Kadın evli mi?
46
Mehmet: Sormaya gerek duymadım ama tahminimce evli ve maalesef kocası ağır kıskanç, kadın bu kıskançlıkla baş etmeye çalışırken epey yorgun düşmüş, çok zorlandığı belli.
Bahtiyar: Nerden belli?
Mehmet: Konuştuğumuz sürece enine boyuna bütün mimiklerini sanki ölçer gibi gözledim durdum, her şey yüzünden açıkça okunuyor. Etrafında aniden olan bitene tepkisiz, mesela yan masadaki çocuk bardağı düşürüp kırdı. Çıkan şiddetli sesi duyduğu halde hiç tepkisiz duymamış gibi davrandı. Uğradığı şiddetli baskıyı kontrol edebilmek için ani tepkiler vermiyor. Durağan tavrı süreklilik arz ediyor. Eğer bu baskı ile baş edemezse bir adım sonrası ilaç tedavisi. Gördüğü baskıyı sır gibi saklamaya çalışıyor sanki. Kimseye anlattığını zannetmiyorum. Kırılma sesinin şiddetle yükseldiği anda takındığı donuk tavır o kadar tanıdık geldi ki.
Bahtiyar: Annen gibi mi?
Mehmet: Evet… Tıpkı annem gibi…
Bahtiyar: Ne yapmayı düşünüyorsun? Eşine söyleyecek misin?
Mehmet: Ne diyeyim? Kadın evli ayrıca benim tek taraflı aşkımdan haberi bile yok, durup dururken olmayan, üstelikte imkânsız bir ilişkiden mi bahsedeyim? Anlatsam, hiçbir şeyden haberi olmayan bu kadının peşine düşmesinden korkarım.
Bahtiyar: Kendi içinde yaşamak nereye kadar? Ateşler içinde yanıp kavrulursun, kolay iş değil aşk acısı.
Mehmet: Senin yaptığın gibi yani… Bilmiyorum Bahtiyar bilmiyorum, zaman gösterecek. Kaderim neyse yaşayacağım, ama asla reddetmek yok. Kaderimin peşini bırakmayacağım.
- Derin bir of çeken Bahtiyar isyan eder.
47
Hep böyle biliyor musun? Kaderimiz bu dostum, sanki yaradan hepimizin ruhunu tam ortasından yırtarak ikiye ayırmış, birini bir tarafa diğerini başka bir tarafa üstelik de farklı zamanlarda gelişigüzel fırlatıp atmış. Hiç umursamamış, asla acımamış.
Mehmet: Elbet vardır bi bildiği. Yaşayıp öğreneceğiz. Ertesi Gün…
- Mehmet, sabah erkenden servise giderek aracının durumu hakkında bilgi alır. Aracı en az bir hafta süre ile serviste kalacağı için kasko poliçesini satın aldığı AMA isimli sigorta şirketinden Cuma günü teslim almak üzere ikame araç talep eder. Eşi ve kızları ile birkaç günlüğüne Eskişehir’de bulunan dostlarına misafir olacakları bu seyahati büyük kızı Hayal iple çekmektedir.
48
19 Nisan 2018 Perşembe, İkinci Karşılaşma…
- Elemanları henüz şehir dışından dönmemiş olsa da tek amacı Özlem’i görmek olan Mehmet restorana gider. İçeri girdiğinde Özlem’i az ileride kendisine bakarken bulur. Birbirlerini görünce yürekleri heyecanla coşarken, Özlem kontrol edemediği titremesine anlam veremese de içten içe bunun Aşk’la ilgili olduğunun farkındadır. Hayatı boyunca hiç yaşamadığı bu duygular, gelecekte olası ihtimalleri düşündüğünde korku ve kaygıya dönüşür. Yine de kontrol artık kendisinde değildir. Mehmet’i bizzat karşılayacak, ruhunu sahibine teslim etmekten geri duramayacaktır.
Hoş geldiniz Mehmet Bey, Nasılsınız?
Mehmet: Hoş buldum Özlem Hanım, sağ olun. Siz nasılsınız? Özlem: Teşekkür ederim, iyiyim…
- Bu konuşma esnasında birbirlerine kenetlenen gözleri, daimi gülümsemelerini eksik etmedikleri sohbetlerinde zamanın nasıl hızla aktığını anlamalarını engel olacak, her ikisi de hayatlarının hiçbir evresinde bir arada oldukları kadar mutlu hissetmediklerini içten içe bileceklerdir.
Mehmet: Yakınlardaydım ‘müsait misiniz?’ diye sormadan uğradım, umarım beni bağışlarsınız.
Özlem: Ne demek, bilakis çok mutlu oldum. Ayakta kaldınız, oturmaz mısınız? Vaktiniz vardır umarım.
Mehmet: Güzel bir sohbet için her zaman vaktim var. Özlem: Ne ikram edebilirim?
Mehmet: Çay rica etsem ve mümkünse bir bardak su… - Özlem garsona siparişi verdikten sonra…
49
Geçen gelişinizde sohbet ettiğiniz öğrenciler buradaydı, Meraklı gözlerle aradılar, size ‘dayı’ diyorlar. ‘Dayı yok mu? Gelecek mi?’ diye sordular ‘yok, gelecek ama ne zaman bilemem’ dedim. Anlaşılan muhabbetinizi çok beğenmişler. Ne yalan söyleyeyim ben de aynı duygulara sahibim, sizi tanıdığıma çok memnun oldum.
Mehmet: Sağ olun, onlar da sağ olsun, eksik olmasınlar. Umarım bir gün denk gelir uzun uzadıya sohbet ederiz. Bu arada iş arkadaşlarım hâlâ şehir dışında, üzülerek söylüyorum ki işleri uzadı, birkaç güne dönecekler. Döndüklerinde buraya yönlendireceğim.
Özlem: Siz gelmeyecek misiniz?
Mehmet: Maalesef yarın öğlen olmadan eşim ve kızlarımla yola çıkacağım.
Özlem: Yolculuk nereye?
Mehmet: Önce Bursa’da kısa bir görüşmem var sonra hiç oyalanmadan Eskişehir’e. Eskiden aynı binada komşu olduğum arkadaşım, işleri bozulunca ailesi ile birlikte memleketi Eskişehir’e taşındı. Akrabaları ‘hep beraber toplayın tası tarağı gelin, burada işleri tekrar yoluna koyman için ne gerekirse yaparız’ deyince taşındılar. Bizim gibi iki çocukları var, kızlarım da arkadaşlarını çok özlediler, heyecanla bu yolculuğu bekliyorlar, Neredeyse her akşam aynı soruyu soruyorlar ‘Ne zaman gideceğiz?’ diye.
Özlem: Kızlarınız kaç yaşında?
Mehmet: Büyüğü 9 küçüğü 5 yaşında.
Özlem: Tam sevilecek yaştalar. İsimleri nedir?
Mehmet: Büyüğünün adı Hayal, küçüğü ise Gerçek…
50
Özlem: İsimleri de çok güzelmiş. Gerçek ismi pek alışıldık değil. Bu ismi kim seçti?
- Mehmet’in acıyla gülümseyen gözleri bu konuyu pek konuşmak istemediğini belli etmiş, ağır duygular içeren hassasiyetini gizleyememiştir. Hızla kendini toparlamaya çalışırken ‘ben seçtim’ diyerek kısa bir cevap verir.
- Özlem, Mehmet’in duydu durumunu fark edince üzerine gitmez, merak ediyor olsa da Mehmet’i sıkıştırmamak için başka soru sormaz.
Ablasının ismi de çok güzelmiş. Sanki biri diğerinin hayal ettiğini gerçekleştirecekmiş gibi.
- Bu sözleri duyan Mehmet’in gözleri parlasa da duygularını göstermek istemediği için konuyu değiştirmek üzere gülümseyerek cevap verir.
Aynen dediğiniz gibi, bunu düşünerek küçük kızıma Gerçek adını verdim. Ya siz? Çocuklarınız var mı?
Özlem: Benimkiler boyumu geçti, bir oğlum bir kızım var. Oğlum üniversiteye hazırlanıyor, kızım da seneye liseyi bitirecek. Nasıl ve ne zaman büyüdüler? Hiç anlamadım. Küçük hallerini daha çok özlüyorum. O zamanlar ‘bir an önce büyüsünler de beni artık yormasınlar’ diyordum. Meğer tam tersiymiş, büyüdükçe dertleri de büyüyormuş.
Mehmet: Doğru söylüyorsunuz, hayatı sorgulamamıza sebepler. Sanki tek işimiz çocuklarımız, başka bir uğraşımız yokmuş, olmayacakmış gibi hissettiriyorlar. Başkalarını bilemem ama benim için böyle. Bu konuda bir denge olmalı ama sanki onu da layığı ile tutturamadığımı düşünüyorum. Diğer taraftan talepkâr olduklarında tavırlarını gözlerken kendi çocukluğuma gidiyorum. ‘Biz onlar kadar özgür değildik’ diyorum içimden.
51
Belki de olamadığımız için onları özgür kılmayı hedefliyoruz. Ne kadar hedeflesek te kaygılarımız sınırlarımızı açığa çıkarıyor. Birilerinin çocuklarımıza zarar verecek olmasından öte, olabilme ihtimali dahi sınırlar koymamıza sebep. ‘Onu yapma, bunu etme’ sözlerini ne kadar sık kullandığımızı görmüyoruz bile. Bunu fark ettiğimde, ‘sadece kendi çocuklarım için değil tüm dünya çocukları için bütün kaygıları ortadan kaldırmamızı sağlayacak sistemler üretebilir miyiz acaba?’ Diye düşünmeye başlıyorum. Tüm dünya çocuklarını tehlikelerden tamamen uzak ve özgür kılmak mümkün olabilir mi?
Özlem: Mümkün mü?
Mehmet: Çok zor olsa da hayatta her şey mümkün, problemler büyük demekle büyük olmuyor. Çoğunluk ‘büyük’ dedikçe, uğraşmayı deneyen daha en başından yıkılıveriyor. İstediği kadar büyük olsun çözümü mümkün. Sadece vicdanlı kalabalıklar sel olup akmalı. Kararlı duruşlarından vazgeçmemeli.
Özlem: Herkes sizin kadar iyimser düşünebilse keşke, dünyanın hemen her yerinde zenginlik ile fakirlik yan yana. Fakirlik yokluğa varınca kurtulmak isteyen insanlar mülteci olup çoluk çocuk denizlerde hayatını kaybediyor. Kimse sorunu temelinden çözmeye çaba sarf etmiyor.
Mehmet: ‘Sorunu temelinden çözmek!’ sanki ben konuşuyorum ve bu duyguyu daha önce de hissettim.
Özlem: İlk gelişinizde sohbet ederken benim de öyle hissettiğim anlar oldu.
Mehmet: Ne mutlu bana, demek ki ortak duygulara sahibiz. Sorunun temeli ekonomik meseleler gibi görünse de, daha derinde tetikleyen faktörler halledilmeli. Yoksa daha niceleri, adına ‘gelişmiş’ denen ülke siyasetçilerinin tepişen ejderhalar
52
misali bir türlü yüzleşemedikleri egoları yüzünden can vermeye devam edecek.
Özlem: Haklısınız, neden yüzleşemediklerini anlamakta zorlanıyorum.
Mehmet: Yüzleşemiyorlar çünkü sınırlı zekâları egolarını yenmeye yetmiyor. Yoksa niye yüzleşemesinler? Bunları düşününce içten içe öfkeleniyorum. Çünkü en başa dönersek göç probleminin temel kaynağı oldukça basit ve bugünün mühendisliği ile kolayca çözülebilirdi. Çözülmezse büyüyeceğini bu siyasetçiler bilmiyor muydu? En başından beri biliyordu. Bağış yapmalarına bile gerek yok, sadece teknoloji desteği ve kredi sağlamaları yeterliydi. Neydi problem? Önce tarımla uğraşan köylü kente göçtü çünkü tarım yapabilmek için ihtiyaç duyulan su miktarı yeterince yağmayan yağmurlar sebebiyle azalmıştı. Sulama suyu problemi çözülmezse üretimin geleceği karanlık görünüyordu. Nihayetinde çözülemedi ve çiftçi kente göçer oldu. İhtiyaçlarını karşılayabilmek için ucuza çalışmaya razı olup, şehirde yerleşik çalışanların işsiz kalmasına sebep olmaya başladılar. Kent hayatı sıkıştı, sınırlı iş imkânları için çatışmalar başladı. Ayrışan gruplar halinde birleşerek mezheplere bölündüler. Zamanla büyüyen kavga giderek iç savaşa dönüştü. Bu gidişatı görerek engel olmak mümkünken maalesef kimse göremedi ya da görmek istemedi. İsteselerdi, bugünün teknolojisi ile sorunu çözmek kolay işti.
Özlem: Nasıl kolaydı?
Mehmet: Dünyanın gelişmiş ülkeleri, bugünkü teknolojileri ile deniz suyunu tuzdan arındırmak suretiyle kaliteli içme ve sulama suyu üretebiliyor. Bu ülkelerin sadece bir tanesi sorunu fark ederek teklifte bulunsa, hatta durumu fırsat bilip ticaretini yapsa alın size temiz su teknolojisi, bedava değil bedeliyle. Çiftçi üretsin ve makul olan su bedelini ödesin, böylece göç etmeye gerek kalmasın. İmkânsız mı sizce bu söylediğim?
53
Özlem: Tabi ki değil, pekâlâ mümkün görünüyor.
Mehmet: Maalesef yine de mümkün olamadı. Bugünün gelişmiş ülkelerinin siyasetçileri sadece kendi halklarının konforunu koruma peşinde. Çözüm olarak tek düşündükleri sınırlarını nasıl koruyacakları. Sınırları koruma maliyeti tahmin ediyorum ki deniz suyunu arıtacak teknolojinin maliyetinden çok daha yüksek olmalı.
Bir çeşit önleyici tedavi hizmeti olarak düşünseler, bu teknolojik imkânı ihtiyacı olan halklara sunmanın, sınırlarını korumada daha etkili olabileceğini görebilselerdi keşke. Göremiyorlar, çünkü öngörüleri yetersiz, kapasitesiz vicdan yoksunu basiretsizlerin siyaseti hâkim dünyada, bildikleri tek şey siyasetin getireceği övgüyü talep etmek.
Özlem’in daldığını fark ederek duraklar.
Sanırım yine çok konuştum, bakmayın lütfen kusuruma.
Özlem: Kim bilir nasıl üşüdü çocuklar, nasıl çırpındı boğulmamak için. O küçücük bedenlerine ne kadar ağır yük yüklemiş bu acımasız evren. O bebeğin cansız bedenini sahilde görüp de ağlayan yüreklere su serpecek, teselli edebilecek tek bir kelime dahi yok. İnsanoğlunun acımasızlığına bu kadar çok bahane bulması ne kadar kolaymış, gördükçe şaşırıyorum. Kolayca unutulup gidecek hiç hatırlanmamak üzere.
Mehmet: Beni bağışlayın, sizi üzmek istemezdim diyeceğim ama pek bir anlamı olmayacak.
Özlem: Neden öyle söylediniz.
Mehmet: Çünkü gülümserken bile zorlandığı belli olan gözlerinizin ardı ağır hüzün taşıyor.
Özlem: Ne görüyorsunuz bende?
54
Mehmet: Çocukluğunuzda çok yol yürümüşsünüz belli. İnsanları izlemiş, gözlemişsiniz. Bir merak peşine düştüğünüz insanların, uğruna kavga ederek birbirlerine girdiklerinin değersizliğini daha çok küçük yaştan itibaren anlamışsınız. Anlatacaklarınız var herkese ama ‘anlayacak insan yok’ diyerek vazgeçmişsiniz. Denemek istediğiniz zamanlar olmuşsa bile hislerinizi anlatmaya kelimelerin yetmediğini fark etmişsiniz. Zamanla biriktirdiğiniz gözleme dayalı bilgiyle pekiştirerek öğrenmişsiniz.
- Özlem Tebessüm ederken hissettiği samimiyeti göstermekten çekinir. İçinden ‘Seninki farklı mı sanki? Üzgün Mehmet. Etrafında olan biteni gözlerken, içinin nasıl salya sümük ağladığını saklayabildiğini mi sanıyorsun? Öyle bir adamsın ki; vücut dilinin naif nezaketini sorgulamaya ihtiyaç duymadım bile. İnsanların birbirlerini umursamazlığına yönelik, zapt etmeye çalıştığın kibirli öfken o kadar çok yakışıyor ki’ diye geçirse de karşılık vermez. Diğer taraftan Mehmet de Özlem gibi göğsü sıkışmış halde içinden konuşmaktadır. ‘Kimsin sen? Nerden çıktın karşıma? Mümkün mü böyle bir insanın varlığı, gerçek misin? Gerçekten gerçek misin?’ Sessizliği dağıtmaları gerektiğini fark ederek aynı anda söze girer ve aynı anda dururlar. Mehmet ‘sen söyle’ der gibi bakarak Özlem’in konuşmasını beklese de Özlem ‘lütfen’ diyerek Mehmet’e bırakır sözü. Garson içecekleri çoktan getirmiş ve gitmiş ancak her ikisi de fark etmemiştir. Konuşma kontrol edemediği şekilde yoğun duygusal bir hal almaktayken Mehmet nasıl davranacağını bilememiş, kontrolü bilinçaltına bırakmıştır. Önündeki çayı fark ederek bir yudum alır.
Mehmet: Çay çok lezzetliymiş bergamot kokusu çok hoş. Karanfil ayrı bir lezzet katmış.
55
Özlem: Beğenmenize sevindim. Özenle demliyoruz. Müşterilerimiz arasında bir iki tane tiryaki var. Tavsiyeleri sayesinde nasıl yapılacağını öğrendik.
- Mehmet yine sessizleşir, önüne bakarken belli etmemeye çalışarak derin nefes alır, aklından geçen düşünceler yüzünden sıkışmıştır. Özlem’in gözlerine kaçamak bakarken ‘Lafı dolaştırmadan söyleyebilsem keşke, ilk geldiğimde ne hissettiysem olduğu gibi söyleyebilsem ama beceremem. Sanki borçlu kalırım söylemezsem ama yine de yapamam. Bunun adı ne bilmiyorum, çok farklı hissediyorum, daha önce hiç hissetmediğim, ne olduğunu bilemediğim, adını koyamadığım şekilde farklı hissediyorum. Sanki bin yıldır tanıyordum da ‘ya sen tanımıyorsan’ diye sormaya çekiniyorum. Öyle çok sıkıştım ki soramadım diye… Sen naber ya Özlem? Neredeydin bunca sene? Diğer taraftan yazık ki ikimizde evli ve çocukluyuz. İkimizde sıkışmışlığımızdan kurtulmak istesek kimseye anlatamayız demeyi o kadar çok isterdim ki’ diye geçirir. Gitmekle kalmak arasında kararsızlık yaşayan Mehmet, Özlem’in karşılık vermeyen tepkisizliğinden sebep daha fazla dayanamaz. Duygusal durumunu belli etmemeye çalışırken saatine bakarak nazikçe konuşur.
Benim için vakit geldi, müsaadenizi istiyorum. Güzel sohbetiniz için çok teşekkür ederim.
Özlem: Müsaade sizin?
- Tebessümle bakışırlar ve Mehmet ayağa kalkarak ‘Hoşça kalın’ der.
Özlem: Güle Güle, yine beklerim.
- Mehmet dışarı çıkmış arabaya doğru yürürken Özlem, gözden kaybolana dek arkasından bakar. İçinden ‘umarım
56
yolculuğun sağ salim geçer, umarım seni yakın zamanda tekrar görebilirim’ diye geçirirken Mehmet’i izleyen tek kişi olmadığını fark eder. Kocası Ömer’in yardımcısı Hasan, Mehmet’i takip etmektedir. Özlem buna benzer durumlara daha önce şahit olmuş olsa da ilk defa korkuya kapılır, ‘Mehmet’i bir şekilde uyarmalıyım’ diye düşünürken eline aldığı telefona bakarak ‘arayıp ne diyeceğim? Sana aşığım ve kıskanç kocamın sağ kolu seni fark etti mi?’ düşüncesiyle vazgeçer. Daha önce kendisine kur yapmaya çalıştıkları için hayatları Ömer ve Hasan tarafından yok edilen akademisyen, iş adamı ve siyasetçiyi düşünür. Ağır kıskanç kocasını düşündükçe korkusu artar, geçmişte kocası ile açıkça konuşmaya çalışsa da Ömer inkâr etmiş, bu adamlara acımasızca zarar verdiğini kabul etmemiştir. Hayatları yok olan bu insanlar kendilerine bu tuzakları kimin kurduğunu asla anlayamamış, rakiplerince tuzağa düşürüldüklerini zannetmişlerdir çünkü Ömer bu rakiplere yönelik şüphe uyandıracak sahte deliller üretmekte ustadır. Günler-haftalar süren takipler sonrası hedef seçtiği adamın bütün zayıflıklarını tespit edip zamanı geldiğinde kullanmak üzere bilgi toplayan saplantılı bir şizofrendir.
Hasan bilgi vermek üzere Ömer’i arar.
Ömer Bey özel bir durum var. Müsaitseniz anlatayım. Ömer: Dinliyorum.
Hasan: İki gün önce restorana bir adam gelmiş, Özlem Hanımla uzun uzadıya sohbet etmişlerdi.
Ömer: Sonra
Hasan: Aynı adam tekrar geldi, yine sohbet ettiler. Ömer: Masada başka kimse var mıydı?
57
Hasan: Yoktu Ömer Bey, sadece ikisi.
Ömer: Adam hakkında bilgin var mı?
Hasan: Geçen sefer araç plakasından yola çıkarak bizim şirkette sigorta kaydı var mı diye baktım, varmış. Adamın adı Bahattin, ev ve iş adreslerini ayrıca telefon numaralarını aldım, şimdi takipteyim. Boğaz köprüsü yoluna girdi Avrupa yakasına geçiyor muhtemelen evine gidiyordur.
Ömer: Güzel, sen yine de takibi bırakma belki başka bir yere gidiyordur. Her şeyi eksiksiz not almanı istiyorum. Fırsat bulduğun anda bu adamın tüm bilgilerini bana mesajla yolla. Adam evine varıp uykuya dalana kadar takibi bırakma. Sabah işe gelmene gerek yok izlemeye devam edeceksin, akşamında tekrar konuşuruz.
Hasan: Emredersiniz Ömer Bey.
- Telefonu kapadıktan sonra Mehmet’i gözden kaybetmemek üzere odaklansa da Mehmet içindeki coşkudan sebep hızlı giderek makaslara girdiği için zorlanır. Sonunda Mehmet gözden kaybolur, Hasan’ın çabası boşa çıkmış, tüm aramalarına rağmen bulamamıştır. Hasan’ın bilmediği; araç Mehmet’e değil Bahtiyar’a aittir ve Bahtiyarın kimlikteki adı Bahattin Mutlu’dur. Mehmet’in bu saatte evine gittiğini varsayarak kayıtlı adrese gider. Gittiği adres Bahtiyarın evi olduğu için arabayı park halinde bulamaz. Çaresiz eve dönecek zannedip sabaha kadar arabada uyuyarak beklese de sonuç alamaz.
- Mehmet ise Bayrampaşa’daki Yalnızlar Meclisi’ne giderek Bahtiyar ile buluşur, arabasını teslim etmekle beraber can dostu ile sohbet ederek içine düştüğü zamansız aşk yüzünden sıkışan göğsündeki baskıyı azaltmaya çalışacaktır.
58
20 Nisan 2018 Cuma, Yolculuk...
- Mehmet sabah erken saatte sigorta şirketinin yolladığı ikame aracı teslim alır. Geceden hazırlanan eşi Aysel ve kızlarını alarak yola çıkar. Yeterli zamanı olduğu için Pendik – Yalova Feribotuna binene kadar düşük bir hızda seyreder. Feribottan indikten sonra gaza basıp 90 Km/saat hıza ulaşınca araç titremeye başlar. İçinden ‘balans titreşimidir, biraz daha hızlanırsam geçer’ düşüncesiyle gaza basar fakat bu defa aracın önü ayrı, arkası ayrı yönlerde sanki dağılacakmış gibi oynamaya başlar. Durumu fark ettirmemeye çalışarak hafifçe frene basar ancak frenler istediği gibi tutmaz. Bayır yukarı çıkan uzun bir yolda oldukları için panik yapmadan ayağını gazdan çekip yavaşlayarak yola devam edecektir. Güvenliği elden bırakmamak için önündeki araç ile arasını fazla tutarak zayıf olan frenleri sürekli yoklamak zorunda kalır. Eşi ve kızlarını korkutmamak için yavaş bir hızda yola devam ederken aracın sorunlarının frenle sınırlı olmadığını anlaması uzun sürmeyecektir. Mehmet Bursa’ya uğrayıp işini bitirince Eskişehir’e doğru fazla hızlanmadan yola devam eder. Öğlene doğru artan hava sıcaklığına karşılık klimayı açtığında araç içine doğru ağır bir koku yayılır. Mehmet’in eşi Aysel ‘bu koku nedir böyle?’ diye sorunca ‘Sanırım klima filtreleri uzun zamandır değişmemiş’ diye cevap verir. Ayrıca klima gazının yetersiz olduğu, çakmak girişinin çalışmadığı anlaşılır. Mehmet, yola devam etmek ile geri dönmek arasında bir karar vermek zorundadır. Geri dönüp araç değişimi talep etse günü kaybedeceği için dönmek istemez. Klima çalışmadığı için camları hafif açarak yola devam ederler. Uzayan yolculukta stres iyice artar. Camlar aralık olduğu halde çocuklar ter dökerken, küçük kızı Gerçek dayanamayıp ağlamaya başlar. Aysel kemerini çözmüş koltuk üzerinde arkaya dönerek
59
çocukları avutmaya çalışırken, Mehmet sakin bir ses tonuyla konuşarak destek olmak için sürekli çaba sarf eder. Dayanılmaz hale gelen stresi kontrol edebilmek için defalarca mola vermek zorunda kalırlar. Olan bitenin farkında olup kardeşini oyalamaya çalışan Hayal’in ‘Of çok sıkıldım, daha ne kadar var? Ne zaman bitecek bu yol?’ diye sorması üzerine Mehmet ‘daha var kızım, maalesef biraz daha sabretmek zorundayız’ deyince Aysel, ‘Çocuk haklı Mehmet, daha yolun yarısına varamadık, hiç hayal ettiğimiz gibi olmadı, bu ne şanssızlık her şey bu kadar mı kötü olur? Bir çare bul lütfen, ne yapacağız?’
- Mehmet çocukluğundan başlayarak hayatı boyunca yaşadığı ağır travmalar sebebiyle çok yönlü baskıya alışık olsa da ilk defa ailesi ile sınanmaktadır. Bir taraftan sorunlu aracı sürekli dikkat gerektiren trafikte kullanmaya çalışırken diğer taraftan çocukların stresini azaltmak üzere eşine yardımcı olmaya çalışmaktan yorgun düşer. ‘Bana biraz müsaade et, düşünmem lazım’ diyerek eşinden kulaklığı ister. Telefonundan açtığı klasik müziği dinlerken, zihninde ortamdan ayrılıp yükselircesine olan bitene dışarıdan bakmaya çalışır. Sorunlu her ortamda huzura ulaşmak üzere çalışan beyni, kızlarının neyi sevdiğini düşünmekle meşguldür. Çok geçmeden çareyi bulmuş, heyecanla kulaklığı çıkarıp neşeli bir sesle sorar. ‘Size daha önce Üç Kanatlı Ejderhanın masalını anlatmış mıydım?’ Kızları ‘hayır anlatmadın’ derken Aysel şaşkındır. Mehmet’in doğaçlama anlattığı masallara alışık olsa da düşünceyi zorlayan isimlere alışık olmadığı için sorar.
Sonunu nasıl bağlayacağını çok merak ediyorum doğrusu.
Mehmet: Seveceğinizi düşünüyorum, bakalım beğenecek misiniz?
60
- Mehmet, çok sıkıldığını söyleyen Hayal’in dikkatini çekmek için gönderme yaparak başlar.
Evvel zaman içinde, uçsuz bucaksız okyanusun ortasında minicik bir ada varmış. Bu adada yaşayan Meraklı Porsuk ‘Offf çok sıkıldım’ diyerek arkadaşlarına dert yanıyormuş.
- Bunu duyan Aysel sorar
Bu sana bir şey hatırlatıyor mu Hayal?
Hayal: Hayır hatırlatmıyor, aynı durumda değiliz, orası en azından denizin ortasında bir ada, biz ise arabanın arka koltuğundayız, Meraklı Porsuk bizden daha şanslı.
- Hayal’in tatlı sert konuşması hep birlikte gülüşmelerine sebep olur. Mehmet masalı olabildiğince uzatarak meraklarını artıracak, ailesini yolun stresinden uzak tutmaya çalışacaktır.
61
ÜÇ KANATLI EJDERHA…
Zamanın çok ama çok değerli olduğu bir zamanlar büyük okyanusun tam ortasında güzel mi güzel, şirin mi şirin, minik bir ada varmış ama ne var ki bu adada yaşayan Meraklı Porsuk çok sıkılıyormuş. Sürekli olarak arkadaşları Obur Kirpi, Korkak Sincap ve Hızlı Tavşan’a dert yanıyormuş.
- Of çok sıkılıyorum, bu küçücük adanın her yerini keşfettik, artık keşfedecek bir yer kalmadı. Zaman bir türlü geçmek bilmiyor, her gün aynı şeyleri tekrar edip duruyoruz. Artık bu adadan gitmek, dünyanın geri kalanını keşfetmek istiyorum.
Deyince Obur Kirpi sormuş; ‘Nasıl yapacaksın bunu?’
- Meraklı Porsuk: Eğer bana yardım ederseniz ormandaki ağaçlardan güzel bir sal yapabiliriz, ortasına güçlü bir direk, direğe de güzel bir yelken bağladık mı ver elini dünya.
Derken, heyecanla ayağa kalkıp kollarını açarak gökyüzüne bakar.
- Korkak Sincap: Hiç korkmuyor musun? Geçmişte büyük hevesle gidenler bir daha asla dönemediler.
- Hızlı Tavşan: Korkak Sincap haklı, hem biz denizci değiliz. Bu imkânsız.
- Meraklı Porsuk: Bunları bende düşündüm, üstelik çok korkuyorum ama yine de sıkışıp kaldığımız bu adada ömrümü tüketmek istemiyorum. Merakım korkumu bastıracak kadar büyük. Hem kıyıya vuran şişe içindeki mektubu ne çabuk unuttunuz. Gidenlerin buldukları yeni topraklar buradan çok daha güzel olmalı ki bir daha buraya dönmek istememiş olabilirler.
62
- Obur Kirpi: Bende bu adada sıkışıp kalmak istemiyorum ama riskleri düşününce çok korkutucu geliyor.
- Korkak Sincap: Küçükte olsa bu bizim adamız, bizim güzel yuvamız.
- Meraklı Porsuk: Hadi ama biraz cesur olun. Eğer bunu şimdi yapmazsak gelecekte hiç yapamayabiliriz ve bunu yapmadığımız için çok pişman olabiliriz. Kaybedeceğimiz ne var ki? Bir de şunu düşünün; Yola çıktığımız andan itibaren duyacağımız heyecan, göreceğimiz yeni yerler, farklı çiçekler, ağaçlar, tanışacağımız yeni arkadaşlar.
- Obur Kirpi: Aslında kulağa çok hoş geliyor.
- Hızlı Tavşan: Varsayalım ki tamam dedik. Nasıl yapacağız. - Meraklı Porsuk: Ben her şeyi düşündüm. Makul ölçülerde bir sal yapacağız. Ben ağaçları kemirip devirdikten sonra temizlerim. Sizde bu ağaçları çizdiğim plana göre birleştirirsiniz. En büyük ve sağlam olan kütüğü direk yaparız. Üzerine kıyıda bulduğumuz yelkeni bağlar, canımızın istediği gibi bir güzel boyarız.
- Obur Kirpi: Boyama işini en güzel sen yaparsın Korkak Sincap.
- Korkak Sincap: Boyarım boyamasına da, yapabilir miyiz gerçekten?
- Meraklı Porsuk: Fıstık gibi yaparız.
- Hızlı Tavşan: Gerçekten mi? Biz şimdi yola mı çıkıyoruz? Karar verdik mi yani?
- Obur Kirpi: Evet karar verilmiştir. Yaşasın yeni maceralar. Hep birlikte heyecanla haykırırlar;
- Yaşasın yeni maceralar…
Bu konuşma hazır karara bağlanmışken Meraklı Porsuk, arkadaşlarının korkularına yenik düşerek vazgeçmelerini istemediği için hızlı davranır, özellikle Korkak Sincap’ın cesaret kırıcı yaklaşımlarından çekinmektedir. Hep birlikte gece gündüz
63
çalışırlar, Meraklı Porsuk ağaçları kemirip temizlerken diğerleri bu ağaç kütüklerini plana uygun şekilde bir araya getirir. Birkaç gün içinde güzel bir sal ortaya çıkar. Direği dikip yelkeni bağladıktan sonra yorgunluklarını atacak büyük bir kutlama yaparlar. Ertesi gün ilk uyanan Korkak Sincap olmuştur. Bir yaptıkları sala bir de uçsuz bucaksız denize bakar. İşte o an büyük korkusu ile yüzleşme zamanıdır. Kendi kendine konuşurken sorular sorup cevaplar arar.
- Bu yolculuğu yapmak istediğimden emin değilim. Ya bu sal batarsa, ya yelken koparsa, ya fırtına çıkarsa, ya yanımıza alacağımız yiyecek ve su başka bir adaya varamadan biterse, ya da denizin ortasında hiç bilmediğimiz, görmediğimiz canavarların saldırısına uğrarsak. Diğer taraftan bir sebepten canım arkadaşlarımın hevesini kırmak istemiyorum ama sanırım ben bu yolculuğu yapamam. Ama şimdi bunu nasıl söyleyebilirim ki? Obur Kirpi’nin ‘korkaklık etme’ diyeceğini duyar gibiyim. Of, en başından hayır diyecektim, şimdi nasıl söylenir ki bu? Beni yine korkularımla sorgulayacak ve yargılayacaklar. Evet, ben korkağım. Ne olmuş yani? Korkaklık suç mu sanki? Aksine korkaklık mantıklı düşünmemi sağlıyor. Beni tehlikelerden uzak tutuyor.
Derken onu gizlice dinleyen Hızlı Tavşan sessizce arkasından yaklaşarak usulca omuzuna elini koyar. Korkak Sincap irkilerek Hızlı Tavşan’ın gülümseyen yüzünü görünce biraz olsun rahatlar.
- Sen miydin Hızlı, beni çok korkuttun.
- Hızlı Tavşan: Seni çok iyi anlıyorum benim güzel arkadaşım. Bunları ben de düşündüm. Eminim Obur ile Meraklı da düşünmüştür. Korkan sadece sen değilsin, hepimiz aynı korkuları yaşıyoruz, diğer taraftan Meraklı haklı sayılmaz mı? Her gün aynı adada aynı şeyleri yapıyoruz. Uzaklarda neler var bilemiyoruz. Bu yolculuk
64
çok riskli olsa da büyük bir macera olacak. Ufuk çizgisine bakınca sonu yokmuş gibi durması umurumda değil. Bütün korkularım gerçekleşecek olsa dahi ben bu yolculuğa çıkacağım. Bu sonsuz gibi görünen okyanusu aşacağım. Güzel ve büyük bir adaya vardığımda yaşadığım sevinci paylaşmak için coşkuyla bakacağım ilk yer senin gözlerin olmasın mı? Hadi okyanusa bağıralım, zaten şu ana kadar bütün konuştuklarımızı duymuştur. Bir de kararlılığımızı dinlesin kulakları çınlayarak.
- Korkak Sincap: Ne diye bağıracağız?
Hızlı Tavşan denize doğru yürüyerek bağırmaya başlar, Korkak Sincap da arkasından yürüyerek aynısını tekrar eder
Hey koca okyanus, bizi duyuyorsun biliyoruz. Senden çok korkuyoruz, çünkü biz korkağız ama bil ki; Dünyanın en büyük korkakları bile olsak bu yolculuğa çıkacağız, kurtulacağız bu hapis hayatımızdan, seni de, korkularımızı da aşacağız.
Okyanus sanki onları duymuşçasına ayaklarını nazikçe ıslatırken birbirlerine bakarak sarılırlar.
- Hızlı Tavşan: Ne olursa olsun seni bu yolculukta yalnız bırakmayacağıma söz veriyorum canım arkadaşım. - Korkak Sincap: Ben de Hızlı, ben de seni yalnız bırakmayacağıma söz veriyorum.
Sonra kolları birbirlerinin omuzunda son hazırlıkları yapmak üzere neşe içinde diğerlerinin yanına yürürler, vardıklarında Obur Kirpiyi elinde kâğıt kalem bir şeyler yazarken bulurlar.
- Korkak Sincap: Ne yapıyorsun Obur?
- Obur Kirpi: Yolda aç kalmayalım diye ne kadar erzak ihtiyacımız var onu hesaplamaya çalışıyorum.
- Hızlı Tavşan: Hesaplayabildin mi bari?
65
- Obur Kirpi: Yok hesaplayamadım henüz.
- Korkak Sincap: Meraklı hesaplamıştır zaten, birazdan gelir ve o heyecanlı sesiyle ‘günlük şu kadar gram yiyecek ihtiyacımız var, şu kadar gün denizde kalsak, şu kadar gram çarpı şu kadar gün eşittir ihtiyaç miktarı’
Dedikten sonra gülüşürler. Tam o sırada Meraklı Porsuk yanlarına gelirek sorar; ‘Neye gülüyorsunuz bu kadar?’
- Obur Kirpi: Sana gülüyoruz, yiyecek miktarını hesaplamışsındır çoktan diye konuşuyorduk.
- Meraklı Porsuk: Hesapladım tabi, en fazla kaç günde başka bir adaya ulaşırız? Ulaşamama ihtimaline karşılık fazladan ne kadar yiyecek almalıyız? Salımızın taşıma kapasitesi ne kadar? Denizin ortasında güneşten korunmak için şapkalara, sıkılmamak için okuyacağımız kitaplara kadar bir sürü şeyi hesapladım.
- Hızlı Tavşan: İşte benim mühendis arkadaşım. Sen olmasan bu adada tembelce yan gelip yatmaktan başka bir şey yapamazdık.
- Obur Kirpi: Tembelce yatmak kulağıma çok güzel geldi birden. Ne güzel bir fikir, ne yapsak? Yola çıkmasak da yatmaya devam etsek mi acaba?
- Korkak Sincap: Sabah sabah yine çok yemek yedin değil mi Kirpi? Yolculuk zamanı yaklaştıkça korkular artıyor tabi. - Obur Kirpi: Ne yapayım? Yemeden duramıyorum işte. Öbür taraftan, ‘korkmuyorum’ da diyemem. Hayvanız nihayetinde.
- Hızlı Tavşan: Yola çıkma konusunu bir daha gözden mi geçirsek? Ne dersin Meraklı.
Dedikten sonra hep birlikte gülüşürler. Fazla vakit kaybetmeden yola çıkmak üzere son hazırlıkları tamamlar, ihtiyaçları olan yiyecek ve suyu yükleyerek adanın diğer sakinleri ile vedalaşırlar. Hem öğlen sıcağına yakalanmamak hem de gün
66
ışığında olabildiğince fazla yol alabilmek için erkenden yola çıkarlar. Meraklı Porsuk salın her iki tarafına ikişer adet konforlu koltuk eklemiş, bu koltuklarda otururken kürek çekmeleri kolay olsun diye özel olarak tasarlamıştır. Yelkenin kontrolü Hızlı Tavşanda, dümeni ise Meraklı Porsuktadır. Sal dengeli olsun diye herkesin kilo hesabına göre kimin nereye oturacağını dahi hesaplamıştır. Hep birlikte hızlıca sallarını denize doğru iterek üzerine çıkarlar. Hızlı Tavşanın açtığı yelken, esen güçlü rüzgâr sayesinde şişer. Kıyıdakilere el sallayarak yavaşça adadan uzaklaşırlar. Bütün anılarını taşıyan o minik güzel adaları giderek gözden kaybolurken her biri ayrı heyecanlıdır. Görecekleri yerleri ve yaşayacakları maceraları merak ve hayal ederek birbirleri ile yol boyunca konuşurlar.
Denizin ortasına vardıklarında etraflarına bakınırlar ama ne o güzel adaları ne de başka bir kara parçası göremezler, her yer alabildiğine sonsuz denizden ibarettir. Deniz ile havanın birleştiği ufuk çizgisi etraflarını çepeçevre sarmışken Korkak Sincap’ın heyecanı korkuya dönüşmeye başlar. Ürkek bir sesle arkadaşlarına sorar.
- Saatlerdir yol alıyoruz ama herhangi bir kara parçası göremiyoruz. Ya günlerce göremezsek, ya suyumuz ve yiyeceğimiz yetmezse. O zaman ne yapacağız?
Korkak Sincap’ın sorusu diğerlerinin aklına gelmiş olsa da cevabını bilmedikleri için kimse dillendirmek istememiştir. Sincap’ın korku eşiği arkadaşlarına göre daha düşük olduğu için olsa gerek sormadan duramamış korkusunu açıkça göstermiştir. Artık açığa çıkmış olan bu korku her birinde farklı bir davranış ile kendisini gösterir. Kirpi yemeye, Tavşan hızlı adımlarla salın içinde dolaşmaya, Sincap direğin tepesine çıkıp etrafa tekrar tekrar bakmaya çoktan başlamıştır. Arkadaşlarının bu davranışlarını gözleyen Meraklı Porsuk ise hem kaygılı hem de hüzünlüdür. İçinden; ‘Eğer kısa zamanda karaya ulaşamazsak
67
olacaklardan çok korkuyorum. Bu maceraya atılmak için onları hevesle ikna eden benim, tüm sorumluluk bana ait. Obur’un kendini tutamayarak sürekli yemesi sebebiyle yiyeceklerimizin azalıyor olması, Hızlı Tavşan’ın Obur’a yönelik kaygılı bakışları, Sincap’ın aşırıya kaçan korkaklığı ile sürekli kötü düşünceleri dile getirmesi aralarında sert bir kavgaya sebep olabilir ve çabalarım onları sakinleştirmeye yetmezse diye korkuyorum. Of ne yapacağım ben şimdi?’ diye söylenir.
Meraklı Porsuk daha önce arkadaşları adına hiç bu kadar telaşlanmamış, ilişkileri bu derece bir zorlukla karşılaşmamış ve sınanmamıştır. Yaşayacakları zorluklar ya ilişkileri koparacak kadar zorlayacak ya da daha sağlam arkadaşlıklar kurmalarını sağlayacaktır. Sal üzerinde bu gerginlik devam ederken hava kararmak üzeredir ve kaygılanmaları gereken asıl mesele uzaklarda kendini göstermiş, hızla yaklaşmaktadır.
Korkak Sincap birden bağırır; ‘Eyvah! Fırtına geliyor, şimdi ne yapacağız?’
- Meraklı Porsuk: Sakin olun, hemen fırtınanın aksi yönünde dümen kıracağız, küreklere asılacağız var gücümüzle, şansımız varsa fırtınanın esen rüzgârı ile kaçıp kurtulabiliriz. Yelkeni sıkı tut Hızlı.
- Hızlı Tavşan: Yelkeni sımsıkı tutarım merak etmeyin, siz küreklere asılın.
Dalgalar kabarırken fırtınanın şiddetli rüzgârı, yelkeni zorlayacak seviyede şişirir. Hızlı Tavşan var gücüyle yelkeni kontrol etmeye çalışırken zorlanmaktadır. Sal giderek hızlanmış olsa da, fırtına sala oranla daha hızlıdır. Giderek yaklaşmakta olan fırtınaya teslim olmamaya kararlı şekilde son ana kadar mücadele etmekten vazgeçmezler. Derken birden şimşek çakar ve salın direğini ortadan ikiye ayırır. Direk kırılmış ve yıkılmıştır. Yelken ipleri ile beraber direkten kurtularak sert esen rüzgârla birlikte fırtınaya karışarak uçup gider. Sal, direğin koptuğu orta
68
kısımdan başlayarak yavaşça açılmaya, odunlar birbirinden ayrılmaya başlar. Sal dağılmak üzeredir. Havanın karanlık ve soğuk olması yetmiyormuş gibi rüzgârın şiddeti görüşü engellemekle birlikte birbirleri ile bağırarak konuşmalarına rağmen seslerin duyulması ve anlaşılması çok zor hale gelmiştir.
- Meraklı Porsuk: Sıkı tutunun, sal dağılıyor, sakın bir arada tutmak için kendinizi yormayın.
- Obur Kirpi: Sakın bir arada tutmaya uğraşmayın, bulunduğunuz oduna sımsıkı tutunun, enerjinizi sadece tutunmaya harcayın.
- Hızlı Tavşan: Neeee? Duyamıyorum sizi, daha yüksek sesle bağırın.
- Korkak Sincap: Salla uğraşma, sadece ‘sımsıkı tutun’ diyorlar.
- Hızlı Tavşan: Tamam anladım, sizde sımsıkı tutunun tamam mı? İyi misiniz?
- Meraklı Porsuk: Biz iyiyiz merak etmeyin.
Derken Salı oluşturan odunlar birbirlerinden giderek ayrılır, Meraklı Porsuk ile Obur Kirpi tek bir oduna tutunabilmişken, Hızlı Tavşan ve Korkak Sincap iki ayrı oduna tutunabilmiştir. Fırtına tüm şiddeti ile sürerken birbirlerinden uzaklaştıklarını, duyurmaya çalıştıkları seslerinin azalışından anlarlar. Fırtına, birbirlerini göremeyecek şekilde uzaklaşmalarına yetecek kadar uzun sürmüş olsa da, aslında sadece dakikalarla ifade edilecek olan süre kahramanlarımıza saatlerce sürmüş hissi verir. Fırtına dindikten ve ortalık sakinleştikten sonra Meraklı Porsuk içinden; ‘umarım sımsıkı tutunurlar hayata’ diye geçirirken ağlayarak konuşur.
- Hepsi benim suçum, her şey benim bitmek bilmez merakım yüzünden oldu.
69
- Obur Kirpi: Saçmalama Meraklı, seninle bir ilgisi yok, bu macerayı hepimiz istiyorduk, eninde sonunda seninle ya da sensiz mutlaka yola çıkacaktık.
- Meraklı Porsuk: Keşke öyle olsa ama öyle değil. Sen sadece beni rahatlatmaya çalışıyorsun ama şu anda hiçbir söz beni rahatlatamaz. Kim bilir bu karanlıkta tek başına nasıl korkuyordur canım arkadaşım Sincap? Hızlı Tavşan onun kadar korkmaz cesurdur biliyorum ama yan yana değiller ki. Ya onlara bir şey olursa?
- Obur Kirpi: Seni rahatlatmaya çalışmıyorum, aslında onları ikna etmek için uğraşan bendim. Sen sadece beni ikna ettin. Hem artık ne önemi var, olan oldu artık, kötü düşünceyi aklımızdan uzaklaştırmamız ve odaklanmamız lazım. Her ikisinin de iyi olduğunu düşün. Göreceksin kurtulacaklar, hepimiz kurtulacağız bu kötü durumdan. Hiç kimse yaşamadan bilemez dostum inan bana. Sadece yaşayan bilir, yaşayan anlatır. Ne kadar tehlikeli olduğu anlatılsa da denemeden durmayacaktık. Bu keşfetme merakı içimize işlemişti, dönüş yoktu bu yolculuktan ve lütfen artık kendini suçlamayı bırak.
- Meraklı Porsuk: Yapamam. Beni rahatlatmak için böyle söylüyorsun biliyorum ama elimde değil yapamam. Onlara bir şey olursa kendimi affedemem.
Meraklı Porsuk konuşurken sürekli gözlerini ve burnunu siler. Hüznün coşkusuyla dolu hislerini kontrol edemez. Obur Kirpi Meraklı Porsuğun durumundan o kadar çok etkilenmiştir ki arkadaşının moralini düzeltmeye çalışırken içinde bulundukları durumun zorluğunu unutmuştur. Birden aklına geçmiş güzel anılardan bahsetmek gelir. Arkadaşı Meraklı Porsuğun moralini düzeltmeye kararlıdır.
- Obur Kirpi: Affetmek dedin de aklıma geldi., hani Sincap’ın lakabını korkak olarak belirlediğimiz günü hatırlıyor musun? Sen Hızlı Tavşanı sırtına almıştın, ben de ikinizi.
70
Üçümüz üst üste üzerimize aldığımız beyaz örtü ile gecenin karanlığında epey korkutucu sesler çıkararak Sincap’ın yuvasına doğru yürümüştük. Yaklaştıkça nereye kaçacağını şaşırmış tir tir titriyordu. Korkusu o kadar büyümüştü ki sıkıştığı köşeden kaçacak yeri kalmayınca bağırarak üstümüze atlayıp karşı ağaca zıplamıştı.
- Meraklı Porsuk: (gözyaşlarını silerken gülümsüyordu) Hatırlamaz olur muyum? Üstümüze sıçradığında tamda Hızlının kafasına basıp zıplamış hepimizi yere düşürmüştü. Tabi düştüğümüz için örtü çıkmış biz olduğumuzu anlamıştı. Yaptığımız şakayı hiç hoş karşılamamıştı.
- Obur Kirpi: Biz yerde kahkahalarla gülerken Sincap çok kızgın şekilde söyleniyordu ‘sizi asla affetmeyeceğim’ diye. Sonra ne oldu? Sadece iki gün sürdü, özürlerimizi kabul etti ve bizi affetti. Gönlünü almayı başarmıştık. Bunun gibi bir sürü anımız oldu ve her zaman birbirimizi affettik. Yani canım arkadaşım, sen ki hayallerinle bizim ufkumuzu açansın, aklımıza hiç gelmeyen şeyleri anlatıp bizi coşturan, mutlu edensin. Seni affetmeyi bırak aramızda hiç kimse sana küsmez. Biz can arkadaşlarız. Diğer taraftan hayatta her şey var, her şey olabilir, başımıza bin türlü iş gelebilir. Her ikisinin de kurtulacaklarına dair güçlü hislerim var, içimdeki umut böyle sesleniyor. İkisi de sımsıkı tutunacaklar hayata. Asıl biz şimdi ne yapacağımıza bakalım. Bizim durumumuz henüz belli değil.
- Meraklı Porsuk: Deniz suyu soğuk değil, fırtına da dindi, muhtemelen yavaşça sürükleneceğiz ta ki bir kara parçasına varana kadar.
- Obur Kirpi: Umarım çok geçmeden bir yere varırız çünkü ben çok acıktım. Karnımdan gelen sesler kulaklarımı tırmalamaya başladı bile.
- Meraklı Porsuk: (kahkaha atarak karşılık verir) Hey be Obur, Bu kötü durumda bile beni güldürdün ya vaziyet ne
71
kadar kötü olursa olsun senin için fark etmez çünkü canım arkadaşımın karnı her zaman açtır.
- Obur Kirpi: Tutamıyorum kendimi ne yapayım? - Meraklı Porsuk: Bence biraz uyumaya çalışalım. İkimizde çok yorulduk. Umarım çabucak bir kara parçasına varırız. Korkakla Hızlı ne durumdalar acaba?
- Obur Kirpi: İkisinin de gayet iyi olduklarına eminim. Bunu düşünme artık.
O gece sürüklenen odunun üzerinde defalarca uykuya dalıp uyandılar. Her seferinde gördükleri korku dolu rüyalar yüzünden uyanmışlardı, uyanır uyanmaz; ‘Neyse ki rüyaymış’ deseler de yaşadıkları fırtına ve çaresizlikleri rüya değildi, düşük olan morallerini daha fazla kötü hale getirmemek için korku dolu rüyalarını birbirlerine anlatmadılar. Sabaha doğru iyice yorgun düşmüş ve ağır uykuya dalmışlardı. Güneş doğduktan çok sonra ilk uyanan Obur Kirpi, uykulu halde etrafına bakınca gözlerine inanamadı. Heyecanla arkadaşı Meraklıyı uyandırdı; ‘Uyan dostum çabuk uyan, bunu görmelisin.’
Gözlerini zar zor açan Meraklı Porsuk, etrafına bakıp karaya vardıklarını anladığı anda sevinçle arkadaşının üzerine atlayıp coşkuyla sarıldı.
- Kurtulduk dostum, nihayet kurtulduk yaşasın.
Vardıkları kara parçası kendi adalarıydı, bu yorucu ve macera dolu kısa yolculuk sonrasında tekrar evlerine kavuşmuşlardı. Derken uzaklardan bir ses duydular. ‘Hey! Obur, Meraklı buradayım’. Bağıran tabi ki Korkak Sincap’tı, o da fırtınadan yara almadan kurtulmuş heyecanla arkadaşlarını arıyordu. Henüz Hızlı Tavşan ortalarda görünmese de Meraklı Porsuk ve Obur Kirpi’ye kavuştuğu için çok mutluydu. Hep birlikte sıkıca birbirlerine sarıldılar. Meraklı Porsuk için bu mutluluk pek uzun sürmedi çünkü aklında can dostu Hızlı Tavşan vardı, ümitsizce diğer ikisine sordu; ‘Hızlıyı gördünüz mü?’
72
- Korkak Sincap: Hayır görmedim, ben de size soracaktım. - Obur Kirpi: Bende görmedim.
- Meraklı Porsuk: Hızlıyı bulmalıyız. Biz kurtulduğumuza göre o da kurtulmuş olmalı. Belki yardımımıza ihtiyacı vardır.
Dedikten sonra hep birlikte dağılarak aramaya koyulurlar. Korkak Sincap sahilin sağından, Meraklı Porsuk solundan, Obur Kirpi’de ortasından gider. Adanın diğer tarafında buluşacaklardır. Öyle heyecanla ararlar ki Obur Kirpi açlığını bile hatırlamaz. Adanın her tarafını aramalarına rağmen Hızlı Tavşandan bir iz bulamazlar. Sahilin diğer tarafında buluştuklarında birbirlerine umutsuzca bakarlar. Obur Kirpi bu umutsuz ruh halini dağıtmak üzere konuşur; ‘Bence o başka bir adaya çıktı.’
- Korkak Sincap: Neden böyle söyledin.
- Obur Kirpi: Aramızda en hızlı olan o, bence odunun ortasına oturup kollarını ve bacaklarını kürek gibi kullanarak hızla yol aldı, bizim kapıldığımız akıntıyı aşmış olmalı.
- Meraklı Porsuk: Umarım öyledir. Umarım kurtulmuştur. - Korkak Sincap: Biraz bekleyelim belki bir süre sonra gelir. - Meraklı Porsuk: Ya gelmezse? Ya başka bir adaya
çıkamamışsa? Bekleyecek vakit yok. Hemen bir plan yapmalı ve yola koyulmalıyım. Onu bulmak zorundayım. - Korkak Sincap: Ben de geliyorum.
- Obur Kirpi: İkinizde ben olmadan hiçbir yere gidemezsiniz. - Meraklı Porsuk: Denizin şakası olmadığını hepimiz öğrendik. Bu yüzden sizi tehlikeye atamam.
- Korkak Sincap: Ya bizimle gidersin ya da sende gidemezsin.
- Obur Kirpi: Doğru söylüyor. Seni tek başına bırakamayız. - Meraklı Porsuk: İkinizi de çok seviyorum, çok cesursunuz ve sizi tekrar kaybetmek istemiyorum.
73
- Korkak Sincap: Biz de seni kaybetmeyeceğiz. Çok güçlü bir fırtınadan sağ salim kurtulduk. Salımızı kaybettik belki ama o bizim ilk denememizdi. Şimdi artık daha güçlü daha sağlam bir tekne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Biz artık denizciyiz, üstelik en güçlü fırtınayı atlatmış denizcileriz.
- Obur Kirpi: Galiba senin lakabını değiştirme zamanı gelmiş Korkak. Bundan sonra sana Cesur Sincap dememiz gerekiyor anlaşılan. Öyle bir tekne yapalım ki içine bir ejderha otursa bile batmasın.
- Korkak Sincap: Salımızın odunlarının neredeyse tamamı bizimle birlikte karaya vurmuş durumda. Onları toplarız, üzerine daha fazlasını ekler sağlam bir tekne yaparız.
- Meraklı Porsuk: Sizin gibi arkadaşlarım olduğu için gururluyum. Çok seviyorum sizi.
- Obur Kirpi: Tamam biz de seni çok seviyoruz ama ben hala çok açım, hemen bir şeyler yemezsem bayılabilirim.
Obur Kirpi’nin sözleri hep birlikte gülüşmelerine sebep olur. Gece güzelce dinlenip sabah erkenden işe koyulmak üzere karar alsalar da Meraklı Porsuk uyumaz. Yapacakları teknenin planlarını çizmekle meşgul olur. Arkadaşları sabah Meraklı Porsuğun evine geldiklerinde onu uyurken bulurlar, çizdiği planları fark ederek uyumadığını anlarlar. Onu uyandırmadan planları alıp işe başlarlar. Meraklı Porsuk uyandığında arkadaşlarını canla başla çalışırken bulur ve vakit kaybetmeden onlara katılır. Günlerce çalışarak muhteşem bir tekne imal ederler. Teknenin ana ve yardımcı olmak üzere birden çok direği, üzerlerinde ise yelkenleri tam ve sapasağlamdır. Rüzgârın olmadığı zamanlarda gidebilmek üzere bisiklet pedalına benzer bir düzenekle çevrilen ve su hattının hemen üzerinden denize dalacak şekilde tasarlanmış pervanesi bile vardır. Meraklı Porsuk arkadaşını kurtarmak adına mühendisliğin sınırlarını zorlayarak tasarlamıştır. Günlerce çalışıp bitirdikleri tekneyi denize indirmeden önce gururla birbirlerine bakarlarken birden akıllarına ‘ismi ne olacak?’ sorusu gelir.
74
- Obur Kirpi: Hızlı Tavşanın anısına ‘Havuç’ olsun. - Korkak Sincap: Aklın sürekli yemeğe çalışıyor Obur ama hoşuma gitti, bence olur.
- Meraklı Porsuk: Bende çok sevdim. Hem sade hem de Hızlıya adanmış bir isim oldu.
Tekneyi hep birlikte neşeyle bağıra çağıra coşku dolu duygularla denize indirirler. İçine Obur Kirpi’nin bitiremeyeceği kadar çok yiyecek ve içecek doldururlar. Şanslarına hava açık, deniz çarşaf misali durgun şekilde günlerce yol alırlar, fırtına ile hiç karşılaşmasalar da günler günleri kovalar, ufukta uçsuz bucaksız okyanustan başka bir şey göremezler. Artık sabırları sınırlarına kadar zorlanmış ve umutları tükenmek üzereyken Korkak Sincap aniden ‘Kara, kara göründü’ diye bağırır. Hep birlikte Sincap’ın gösterdiği yöne bakarlar, uzakta gerçekten de kara görünmektedir. Neşeyle birbirlerine sarılıp dans ederler. Ulaştıkları devasa bir adadır ve yaklaştıkça ne kadar büyük bir adaya vardıklarını hayretler içerisinde izlerlerken Sincap sormadan edemez.
- Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz? Hayal görmüyorum değil mi?
- Meraklı Porsuk: Bu ada ne kadar da büyükmüş. Kim bilir ne kadar çok canlı yaşıyordur?
- Obur Kirpi: Bizim küçük adamız için ‘keşfedecek bir yer kalmadı’ diyordun. Al sana keşfedecek devasa bir ada. Bu adanın her yerini keşfetmemiz yıllar sürer.
- Korkak Sincap: Adanın büyüklüğü, Hızlı Tavşan’ın burada olduğuna dair umutlarımı arttırıyor. Oyalanacak vakit yok, hava kararmak üzere.
- Obur Kirpi: Demir atıp güzelce uyuyalım. Sabah ilk iş, dinç bir şekilde aramaya koyuluruz.
- Meraklı Porsuk: Şimdiden çok heyecanlandım. Sabahı iple çekeceğim.
75
- Korkak Sincap: Sabahı bekleyemeyiz, günlerdir teknede yatıyoruz, yorgun değiliz bence hemen yola çıkmalıyız. - Obur Kirpi: Bu karanlıkta pek güvenli olmaz bence sabahı beklemeliyiz.
- Korkak Sincap: Siz isterseniz bekleyin ama ben gidiyorum. Hızlı Tavşan’ı bulana kadar durmadan aramaya devam edeceğim.
Dediği sırada adanın orta kesiminden ince bir sesle başlayan, uzadıkça güçlenen bir çığlık duyulur. Sesin duyulmaya başladığı anda adanın ortasından çok sayıda kuş gecenin karanlığında havalanarak uzaklaşırlar. Ses öylesine etkileyicidir ki, üçü birden irkilerek korkulu gözlerle birbirlerine bakarlar.
- Korkak Sincap: Bu ses de ne böyle?
- Obur Kirpi: Sesin şiddetine bakılırsa oldukça büyük bir yaratık olmalı.
- Meraklı Porsuk: Sanki canı acıyor gibi. Size de öyle gelmedi mi?
- Obur Kirpi: Evet, bana da öyle geldi.
- Meraklı Porsuk: Hâlâ gitmekte kararlı mısın Korkak Sincap?
- Korkak Sincap: Kesinlikle, hatta sesin geldiği yöne gideceğim. Bu sesi çıkaran her neyse beni Hızlı Tavşan’a ulaştıracağını hissediyorum.
- Meraklı Porsuk: Biz de seninle geliyoruz. Seni bu koca adada yalnız bırakmayacağız. Öyle değil mi Obur?
- Obur Kirpi: Kesinlikle dostum. Bizde geliyoruz. - Korkak Sincap: Haydi gidelim o zaman.
Demir atar ve teknelerini bir kayaya bağlayarak adanın içlerine doğru yola çıkarlar. Aydınlatma için yanlarına aldıkları meşaleleri yakarak saatlerce yol alırlar. Sürekli yukarı doğru çıktıkları için yorulsalar da önden giden Korkak Sincap hiç durmaz. Yol boyunca aynı ürkütücü sesi birkaç kez daha duyarlar
76
ve ilerledikçe sesin şiddeti artmaktadır. Sabah olmadan sesi çıkaran canlıya ulaşacaklarını tahmin ederler. Son tepeyi aşmak üzereyken Obur Kirpi yorgunluktan kendini yere bırakarak söylenir; ‘Yeter bu kadar, ben bittim. Biraz olsun uyumalıyız. Şunun şurasında sabaha pek bir şey kalmadı ne dersiniz lütfen duralım biraz.’
- Meraklı Porsuk: Tamam anlaşıldı, birkaç saat uyuyup dinlenelim sabah yola devam ederiz.
- Korkak Sincap: Sen daha cümleni tamamlamadan Obur uykuya daldı bile. (dedikten sonra ikisi sessizce gülüşürler) - Meraklı Porsuk: İyi düşüncelerle yatıp uyuyalım. İnanıyorum ki gün doğunca Hızlı Tavşanı bulacağız. - Korkak Sincap: Bence de dostum. Ben de inanıyorum. Hadi sana iyi uykular.
- Meraklı Porsuk: Sana da iyi uykular dostum.
Hep birlikte güneş doğana kadar mışıl mışıl uyurlar. Ürkütücü güçlü sesi uykuları boyunca hiç duymazlar. Uyandıklarında gün çoktan ağarmış, güneş havayı ısıtmaya başlamıştır. Korkak Sincap birden ayağa fırlayarak arkadaşlarına seslenir; ‘Ayakucumuzdaki bu kamp ateşini hanginiz yaktı.’
- Meraklı Porsuk: Obur yakmıştır.
- Obur Kirpi: Hayır ben yakmadım. Senin yaktığını düşünmüştüm meraklı.
Şaşkın gözlerle birbirlerine bakarken az ilerideki çalıların arasından gelen hışırtı seslerini duyarlar. Sesi çıkaran giderek yaklaşmaktadır. Çok geçmeden çalıların arasından arkadaşları Hızlı Tavşan’ın çıktığını görünce sevinçle ayağa kalkarak ona doğru koşup sarılırlar. Birbirlerine kavuştukları için tarifsiz bir sevinçle dans ederler. Derken birden o ürkütücü sesin şiddetiyle duraksayarak birbirlerine bakarlar.
77
- Meraklı Porsuk: Bu ses nerden geliyor Hızlı? Nasıl bir canlı bu kadar güçlü bir ses çıkarabilir?
- Hızlı Tavşan: O bir ejderha. Uçamıyor. Düştüğü yerde hareketsiz yatıyor.
- Korkak Sincap: Neden uçamıyor peki?
- Hızlı Tavşan: Sanıyorum bunun sorumlusu biziz. - Obur Kirpi: Nasıl biziz? Biz ne yapmış olabiliriz ki? - Hızlı Tavşan: Gelin şu tepeyi aşalım kendi gözlerinizle görün.
Tepeyi hep birlikte hızlı adımlarla aşarlar. Gördükleri karşısında şaşkına dönerler.
- Korkak Sincap: Ama bu imkânsız, şu hayvanın büyüklüğüne bir bakın.
- Obur Kirpi: İnanılır gibi değil. Bu nasıl mümkün olabilir ki? - Hızlı Tavşan: Salımıza şimşek çaktığında direğimiz kırılmış ve yelkenimiz fırtınaya karışmıştı ya, işte o zaman yükseklere çıkarak ipleri Ejderhanın kanadına dolaşmış olmalı. Yelken Ejderhaya üçüncü bir kanat olmuş ama aslında dengesini bozarak uçmasını engellemiş olmalı. Kanadını yelkenden kurtarmaya çalıştıkça iyice dolanmış ve sonunda buraya zar zor inebilmiş bir daha da havalanamamış sanırım.
- Meraklı Porsuk: Bu bizim kabahatimiz değil aslında ama yine de onu yalnız bırakamayız, yardım etmeliyiz.
- Obur Kirpi: Saçmalama, bizi bir lokmada yer.
- Meraklı Porsuk: Saçmalamıyorum, mutlaka onunla iletişim kurmanın bir yolu olmalı.
- Hızlı Tavşan: Adaya vardığımdan beri onu gözlüyorum. Ne bir şey yedi ne de su içti. Aşırı sıvı kaybı yaşadığı için halsiz düştü. Yanına gitsek bile bize bir şey yapabileceğini sanmıyorum.
78
Derken birden Korkak Sincap ortaya atılır. Ejderhaya bağırarak seslenir; ‘Hey Ejderha, sana yardım etmek istiyoruz. Bize zarar vermeyeceğine dair söz verir misin?’
- Obur Kirpi: Ne yapıyorsun Korkak Sincap, yerimizi belli edeceksin. Bizi bir lokmada ham yapacak şimdi.
Ejderha Halsiz vaziyette zorlanarak başını sesin geldiği yöne çevirerek kısılmış sesiyle konuşur; ‘Iııhhhh. Söz veriyorum. Beni kurtarın ebedi dostunuz olurum.’
Tepeden aşağı çevik bir hareketle kayarak inen Korkak Sincap hızla Ejderhaya doğru koşarak yanına varır. Cesur bir hareketle elini Ejderhanın yüzüne nazikçe koyarak konuşur; ‘Seni kaldırıp taşıyamam biliyorum ama en azından neye ihtiyacın varsa getirebilirim. Söyle lütfen senin için ne yapabilirim?’
- Ejderha: Su, sadece biraz deniz suyuna muhtacım, getirebildiğin kadar.
- Korkak Sincap: Dört arkadaşız ve hepimiz sana deniz suyu getirmek için var gücümüzle koşacağız.
Dedikten sonra hızla arkadaşlarına doğru koşmaya başlar. Ejderhayı kurtarmak için enerjisini dikkatli kullanmak zorunda olduğunun farkındadır, boşa harcamamak için arkadaşlarına doğru bağırmayıp yanlarına varınca anlatmayı dahi hesaplar. Arkadaşlarının yanına gelince nefes nefese durumu anlatır, hep birlikte Ejderhanın ihtiyacı olan deniz suyunu azar azar da olsa getirirler. Mesafe uzak olduğu için gün ışığı süresince sadece İki sefer yapabilmiş olsalar da getirdikleri su miktarı Ejderhanın kendine gelmesi için yeterli olmuştur. Ejderhanın sırtına çıkarak ipleriyle birlikte dolanarak takılmış olan yelkeni Meraklı Porsuğun dikkatlice yönlendirmesi sayesinde söker ve aşağı inerler. Ejderha ayaklanırken bizim dört kafadara zarar vermemek için seslenir; ‘Uzaklaşın.’
79
- Meraklı Porsuk: Geri çekilelim ayağa kalkıyor.
Hep birlikte uzaklaşarak Ejderhaya rahat hareket edebileceği alanı açarlar. Ejderha birkaç adım atarak tepeye varır ve kanatlarını açarak kendisini boşluğa bırakır. Süzülerek bir süre alçaktan denize paralel uçarken karnında bulunan emici kesecikler sayesinde deniz suyunu bedenine çekerek daha fazla güç toplar. Bizim dört kafadar arkasından koşarak tepeye ulaşmış Ejderhanın süzülüşünü hayranlıkla izlemektedir. Birden Obur Kirpi korkuyla arkadaşlarına dönerek konuşur.
- Obur Kirpi: Ya geri dönüp bizi yerse?
- Korkak Sincap: Artık orasını da sen düşün obur. Bizim için sorun yok. Bizi en fazla bir lokmada yutacaktır ama seni yutamaz epey bir çiğnemesi lazım.
Sincap’ın bu sözlerine Obur Kirpi hariç hep birlikte kahkahalarla gülerken Korkak Sincap onu rahatlatacak sözleri söyler.
- Korkak Sincap: Ejderha artık bizim dostumuz. Kendisine fayda sağlayan arkadaşlarına kimse zarar vermek istemez.
- Hızlı Tavşan: Sen öyle dikkat kesilmiş nereye bakıyorsun Meraklı?
- Meraklı Porsuk: Korkak Sincap haklı, ayrıca Ejderha kimseyi yemiyor. İhtiyacı olan bütün enerjiyi deniz suyundan alıyor. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama tahmin edebiliyorum.
- Korkak Sincap: Nasılmış?
- Meraklı Porsuk: Su Hidrojen ve Oksijen atomlarından oluşmuyor mu?
- Hızlı Tavşan: Eee?
- Meraklı Porsuk: Muhtemelen biyolojik olarak vücudunda Hidrojeni ayrıştırıp enerjiye çeviriyor diye tahmin
80